Powered By Blogger

Okuyan Koala 🐨



Öncelikle uzun bir aradan sonra hepinize merhaba. Biraz ara vermek istedim buralara. Toparlanmam gerekti. Neleri istediğime ve neleri istemediğime karar vermem gerekiyordu. Ve fark ettim ki burada olmayı seviyorum. Burası benim kaçıp sığındığım o minik sığınağım. Bir ben bir de beni hiç tanımayan sizler varsınız. Belki de bu yüzden biraz daha rahatım.

Bugün sizlere bir kitap yorumu ile geldim. Her ne kadar kitap bir süre elimde sürünmüş olsa okuması keyifliydi. Sanırım yaz aylarında bir boş vermişlik yerleşiyor insanın içine. 

Kitabımız Halgato 'Çiçekler Kimin İçin Açıyor?' Dedalus yayınlarından çıkan bir kitap. Ben de 'Bir Kutu Kitap' uygulaması aracılığıyla tanıştım bu kitapla.

İki baş karakterimiz var: Pisti ve Halgato. Halgato, keman çalmanın özel bir şekli demek. Kitaptaki Halgato isimli karakterimiz de zaten babasından ona bir nevi miras olan beyaz bir keman çalıyor. Sırf babasının kemana olan düşkünlüğü nedeniyle de zaten ismi eskiden Sanji iken artık Halgato'dur. Halgato, eğitimin uğramadığı, kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği, ahlaksızlıkların alı başını gittiği, herkesin karın tokluğuna çalıştığı ve bol bol içtiği bir çingene kasabasında yaşar. Annesi ve kendisi vardır. Babası Mariska bir OZNA ajanını öldürür ve kaçaktır. Zaten onu kitabın ilk başlarında görürüz. Sonra başına ne geldi bilinmez. Babası gittikten sonra annesi Tereza evden kaçar ve bir süre sonra da peşinde bir bıçak bileyicisi ve onun üç çocuğu ile çıkagelir. İşte tam burada Pisti ile tanışırız. Pisti okumaya isteklidir. Bu isteği de herkes tarafından görülür ve kasabada ilkokuldan ortaokula geçen ilk çingene olur. Kasaba için büyük bir adımdır. Bir kişinin değişimi belki de kasabayı tüm o olumsuzluklardan kurtaracak büyük bir adımdır. Ancak bu adım başarılı olacak mıdır? Yoksa bir çingene ne yaparsa yapsın hep çingene mi kalacaktır? Yorum sizin. Okuyup göreceksiniz. 

Halgato ailesine düşkündür. Kendini umursadığı görülmez. Hatta kitabın sonlarına doğru bazı pişmanlıklar da yaşar bu konu nedeniyle. Onun, ailesinden üvey kardeşlerine kadar bütün karakterlerin güçlü, kontrolsüz, büyük ve durdurulamaz arzuları yüzünden nasıl da zarara uğradığını görürüz sayfaları çevirdikçe. En çok Pisti tarafından bu zarara uğrar. Bunların hepsi, birbirlerinin omuzlarına basarak içinde doğmuş oldukları lanetlenmiş hayatlarından kaçmaya çalışan iki başarısız karakterin, Halgato ve Pisti'nin muhteşem hikayesine katkıda bulunur.

Genel olarak kitabı sevdim diyebilirim. Ama okumam uzun sürdü. Bence o da benim okumaya karşı isteksizliğimden dolayıydı. Bitirebilmiş olduğum için mutluyum. Gerek konusu ve gerekse kitabın dili bence okuru kendine çene bir özelliğe sahipti. Farklı ülke edebiyatlarına ait eserleri okuduğumda hep böyle hissediyorum. Hele de okuduğum kitap hiç bilinmiyorsa. Sanki keşfedilmemiş bir hazine gibi ve sadece bana ait. Bu kitap da öyle. Bilinmiyor. Belki de değeri çok sonraları anlaşılacak ve ben o zaman bu kitabı çoktan keşfetmiş olacağım için kendimi mutlu hissedeceğim. 

Kitabın sonu biraz tatmin etmedi beni. Merak içinde bıraktı ve bitti. Halgato'ya noldu, Pisti ne yaptı. hiçbirini bilmiyoruz. Kitabın isminden de yola çıkarsak ''Çiçekler Halgato için açmış mıdır? Yoksa açmamış mıdır? Ya da çiçekler açtıysa kimin için açmıştır?' Hepsi bir muamma. Peki ya sizce? Çiçekler kimin için açıyor?  Fikirlerinizi yorumlara bekliyorum.

Share
Tweet
Pin
Share
2 Comments



 Klasikleri okumayı oldum olası sevmişimdir. Bu kitaplarda yaşayan kişileri, onların karakter çözümlemelerini, yaşadıkları yerleri, dönemi merak ederim. Goriot Baba da bu bakımdan okumayı sevdiğim bir kitap oldu benim için. Bu kitabı daha önce ortaokuldayken okumuştum. Tabi o zamandan bu zamana hem kitabı unuttum hem de unutmasam bile bir kitabı her okumada farklı bir şekilde anlamlandıracağım için yeniden okumak da isterdim. 

Kitapta, Goriot Baba, kızlarını tutkuyla seven zengin bir babanın tüm servetini kızlarının önüne serdikten sonra günden güne düşüşü, saygınlığını kaybedişi, damatları yüzünden kızlarına hasret kalışı, ucuz bir pansiyon odasında kızlarını görememenin üzüntüsü ve acısıyla kıvranarak can vermesi anlatılır.

Bir kitabı anlamaya çalışırken öncelikle o kitapta yer alan karakterler üzerine bir araştırma yaparım. Hele de bu kitap bir klasik eserse fazladan bir araştırma gerektirir. Çünkü karakter kadrosu oldukça kalabalık oluyor çoğunda. Bu yaptığım karakter araştırmaları ile kitabı daha çok anlamlandırdığımı düşünüyorum. Diğer türlü kaçırdığım noktalar olabiliyor. Bunun için kitapla ilgili düşüncelerime geçmeden önce karakterlerden biraz bahsedelim:

Goriot Baba: Zengin bir erişte tüccarıdır. O dönemin Fransız toplumunda, kendi emeğiyle para kazanan ancak yine de kendisinin altında bulunan sınıfı bir miktar da olsa sömürerek zenginleşen ve bir üst sınıfa atlayan sınıfı temsil eder. Sürekli bir öncekinden daha ucuz bir daireye yerleşir. Adeta kızları için yaşar.

Eugene de Rastignac: Fakirlikten zenginliğe ve güce yükselen sınıfı temsil eder kitapta. Hayata dair idealleri olan fakir üniversiteli bir gençtir. Goriot Baba onun hayatında eksik olan 'baba'' figürünü dolfuran kişidir.

Madame de Nuncingen ve Madame de Restaud: Goriot Baba'nın kızları. Her istedikleri yapıldığı için şımarık yetiştirilmişler. Her ikisinin de evlilikleri formalitedir. Çıkarlar uğruna evlendikleri için sevgiyi ve mutluluğu başka erkelerde ararlar. 

Kont de Restaud: Madame de Restaud'un kocası.

Baron de Nuncingen: Madame de Nuncingen'in kocası.

Madame de Beausent: Eugene de Rastignac'ın uzaktan kuzeni.

Mösyö d'Ajuda: Portekizli zengin bir asilzade ve Madam de Beausent'in evlilik dışı sevgilisi.

Madam Vauquer: Pansiyonun sahibi. Her şeye para gözüyle bakar.

Vautrin: Pansiyonda kalanlardan biri. Romanda ''kötü'' olarak tanımlanabilecek karakterlerden birisi. Çıkarcı ve merhametsiz. Kendini herkesten üstün görür.

Victorine Taillefer: Zengin bir iş adamı olan babası tarafından miras parası verilmemiş, sokağa atılmış genç bir kız. Dindar, ağırbaşlı, ahlaklı ve iyi niyetli.

Madam Couture: Victorine'nin uzak akrabalarından birisi.

Horace de Bianchon: Tıp öğrencisi. Rastignac'ın en yakın arkadaşı.

Christophe: Pansiyonda uşak.

Slyve: Pansiyonda aşçı.

Gelelim şimdi kitap ile ilgili düşüncelerime:

Romanda en dikkat çeken unsur ''babalık duygusu'' dur. Bu duygu her şeyin önüne geçer. Adeta bir hastalığa dönüşür. Düşününce Goriot Baba'dan bu duyguyu çıkardığımız an geriye hiçbir şey kalmayacak gibidir. Yaşama sebebi iki kızıdır ve bu iki kızı için nefes alıp vermektedir. Onların bir dediklerini iki etmez, her istediklerini alır. Şımarık bir şekilde büyütür. Sırf bu şımarıklıkları onların ileriki hayatlarını da büyük bir şekilde etkileyecektir. Öyle ki Goriot Baba kızları evlenirken onlara yüklü miktarda paralar verir. Paralar bitince böyle bir insanı bir kayınbaba olarak kendilerine yakıştıramayan damatlar, Goriot Baba'yı istemezler. Kızların babalarıyla da görüşmesine izin vermezler. Kızların mutluluğu için bu ayrılığa katlanır ki Goriot Baba için bir sonun başlangıdır bu olaylar.

Balzac bu romanında, çocuklarına bu derece düşkün bir ebeveyn olmanın yanlış bir tutum olduğunu gösterir bize. Sadece çok para kazanmakla, çocukların her istediğini almakla iyi bir baba olunamayacağını anlatır. Ki öyle de değil midir zaten? Anne babalar özellikle yaşadığımız şu yıllarda çocuklarıyla ilgilenme konusunu yanlış anlıyorlar. Çocuğa bir oyuncak almakla ya da istediği her şeyi yapmasını sağlamakla iyi ebeveynler olmuyoruz. Aksine onları birçok yönde eksik bırakıyoruz. Bu yüzden okula gittiklerinde ya da dış dünyada gerçek yaşamla karşı karşıya geldiklerinde bocalıyorlar ve bu da onlara belki büyük belki küçük de olsa bir şekilde zarar veriyor.

''Babalar mutlu olmak istiyorlarsa hep vermelidirler. Durmadan vereceksin, budur insanı baba yapan.''

Kitapta üzerinde durulan bir düğer konu ise ''sınıflar arası yükselme hırsı''dır. Bu duygu özellikle yoksul bir hukuk öğrencisi olan Ratignac'ta yoğun bir şekilde görülür. Yoksul bir aileden gelmesi, türlü zorluklarla tek başına başa çıkmaya çalışması, zenginlerin yaşadığı hayatı merak etmesi ondaki yükselme hırsını adeta kamçılar. Kadınları ise bu hedefine ulaşmada bir araç olarak görür.

Bir tarafta yüksek çevreye girmeye çalışanlar, diğer yandaysa bu yüksek çevrede yaşayan insanların aslında hiç de imrenilecek gibi olmayan yaşantıları. Cebinizde çok paranız olması, lüks arabalara binmeniz, mükemmel kıyafetler giymeniz, balodan baloya koşmanız mutlu olmanıza, yaşamdan zevk almanıza yetmez. Bu zenginlikleri arka planda dönen rezillikleri, çirkinlikleri, kötülükleri gizlemek için bir maske gibi kullanırlar. Her türlü zenginliğe sahiptirler ancak sevgiye ve mutluluğa açtırlar. Bu yüzden de sürekli çevrelerinden bu ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar.

Roman Paris'te geçer. Hem yüksek hem de yoksul çevrenin mekanları bir arada verilir bize. Balzac bu mekanları betimlerken hiçbir ayrıntıyı atlamak. Adeta adım adım dolaşırız her yeri. Goriot Baba ile pansiyonda kalırız, Rastignac ile balodan baloya koşarız.

''Üç kat yükselen, yukarısında da çatı odaları bulunan ön bölüm, moloz taşlarla örülmüş, Paris'in bütün evlerine iğrenç bir nitelik veren şu sarı renkle badana edilmiştir. Her katta beşer pencere vardır, bunlar da ufak camlara bölünmüştür...Evin yanlarında ikişer pencere vardır, alt kattakiler demir parmaklıklarla süslüdür.''

Goriot Baba'da komşuluk ilişkileri güçlü değildir. Pansiyonda kalanlar sadece yemek salonunda bir araya gelirler ve resmi bir ilişki içerisindedirler.

Sonuç olarak kitap gerek karakter çözümlemeleri, gerek dili ve anlatımı gerekse mekan betimlemeleri ile sevdiğim bir kitap oldu. Okurken sıkılmadım ve sonunu da biraz tahmin etsem de merak ederek okudum. Okumak isteyip de eli klasiklere gitmeyenlere tavsiye edilebilecek bir kitap bence. Rahat ve akıcı anlatımıyla nasıl bitti anlamayacaksınız bile. Şimdilik düşüncelerim bu kadar. Raflarda kitaplarım beni bekler. Yeni insanlar, yeni mekanlar, yeni yaşantılar... Görüşmek üzere...

Alıntılar:

☺İnsan yüreği sevginin doruklarına çıkarken molalar verse de, kindar duyguların dik yokuşunda nadiren durur.

☺ Katılaşmış yüreklerin mi yoksa içi boşalmış kafataslarının mı daha korkunç olduğuna kim karar verebilir?

☺ Kuşkusuz bu dünyada eksiksiz bir mutluluk yok.

☺ Dünya bir bataklık, yüzeyde kalmaya çalışalım.



Share
Tweet
Pin
Share
11 Comments




Kitabın ismi çok manidar ve çok da merak uyandırıcı değil mi? Kitabı okuyan okurlar için manidar, kitabı  henüz okumayan okurlar için ise merak uyandırıcı. Kim bu ''Algernon''? Kitaba adını veren Algernon, yapay yollarla zekasını artırmak için ameliyat edilen bir laboratuvar faresidir. Kitap ise bu zeka artırmak için yapılan ameliyatın bir insan üzerinde-Charlie Gordon- test edilmesini anlatır. Hikaye düşük IQ seviyesine sahip Charlie Gordon tarafından yazılan ilerleme raporları formatında anlatılır. Bu yüzden kitabın ilk sayfalarını okurken ve anlamlandırmaya çalışırken sıkıntılar yaşayabilirsiniz. Burada size kitabın özetini sunmayacağım. Daha çok, dikkatimi çeken ve üzerinde durmak istediğim konulardan bahsedeceğim. Hadi başlayalım!

Kitapta farklı konular üzerinde eleştirilere yer veriliyor. Bu eleştirilerden ilki, bilim insanlarının farklı dilleri öğrenme konusunda ve alanlarında yazılan yazıları takip etme konusundaki eksiklikler ile ilgili. Bilim insanları diğer ülkelerde yapılan çalışmaları takip etmeyip üstelik onların çalışmalarını- özellikle Hindistan ve Japonya gibi doğu ülkeleri-niteliksiz bulup incelemede dahi bulunmuyorlar. Bana kalırsa hangi meslek grubunda olursa olsun bir insanın kendini geliştirmesi ve alanındaki hakimiyetini de artırabilmesi için o alanda yazılan ister nitelikli isterse niteliksiz olsun her yazıyı takip etmesi gerekir. Çünkü kendi yapacağı araştırmalar için hem bir dayanak oluşturabilir hem de başkalarının yayımlanan yazılarından yola çıkarak kendi yapacağı çalışmanın eksik ya da fazla yanlarını görebilir. Ki kitapta Charlie'nin başına gelecek olan bir olayda da bunun ne kadar önemli olduğunu görmüş bulunmaktayız.

İkinci eleştiri. Evlatlar arası ayrım. Zeki olarak nitelendirilen çocuğun yüceltilmesi, zeka bakımından diğer çocuktan eksik kalanın ise dışlanması. Doğurmak bir canlıyı. Doğurmak ne kadar zor bir canlıyı? Yoksa zor olanı doğurduğumuz o canlıya olan tahammül sınırımız mı? Doğurmadan da anne olan insanlar görürüz. Hatta kendilerinden olmayan o canlıya verdikleri değerin fazlalığını gördükçe hayret ederiz. Çünkü asıl zor olan bölümde başarılı olmuşlardır. Charlie'nin annesi evet onu doğurup bu dünyaya getiriyor. Ancak asıl zor olan bölüm yapmaya çalışmak yerine kendi oğlunu bir köşeye koymayı seçiyor. Bunun yapılmasının ise asıl sebebi bir ikinci çocuğun dünyaya gelmesi. İlki istediğimiz gibi olmadı. Onu bir bakımevine yatıralım. Ne olsa ikinci bir çocuk var. Üstelik zeka bakımından da eksik değil. Ne kadar doğru(!) bir tutum. Üstelik bunu yapan sadece Charlie'nin annesi değil. Warren Devlet Bakımevinde toplum tarafından dışlanmış, ailesi tarafından kabul edilmemiş, bir köşeye atılmış yüzlerce birey var. Asıl dikkatinizi çekmek istediğim nokta ise bu bakımevinde kalan bireylerin birbirlerine olan tavırları. Evde ailelerinden görmedikleri o sıcaklığı, sevgiyi, şefkati, korunma ihtiyacını, saygıyı ve ilgiyi burada birbirlerinden görüyorlar. Belki zeka olarak toplumdaki diğer bireylerden eksik olabilirler. Ancak söz konusu insanlık olduğundaysa yarışın galibi belli.

''Etrafta onlar için vakit ayıracak biri olmadığı zaman, birbirlerinden sevgi ve şefkat alabileceklerini biliyorlar.''

Ameliyat sonrası Charlie bir kişilik bölünmesi yaşar. Sürekli diğer-yani ameliyat önceki hali-kişiliğinin kendini izlediğini düşünür. Başka birinin hayatını gasp ederek yeni bir hayata başladığını düşünür ikinci kişiliği. Attığı adımlardan rahatsız olur. Yapacağı eylemleri harekete geçirmekte zorlanır ya da hiç yapamaz. Kendini hep geriye çeker. O kadar ki ameliyat öncesi Charlie'nin aşık olduğu kadına karşı bir şeyler hisseden ikinci kişilik hep olduğu yerde durur. Midesi bulanır. Kendini ona ihanet ediyormuş gibi hisseder.

Kitabın başından sonlarına kadar ise Charlie kendi kimliğini sorgulamaya başlar. ''Benim yerim neresi? Şimdi ben kimim ve neyim? Tüm hayatımın mı yoksa son birkaç ayın mı toplamıyım ben?'' Kendi varlığını, bilgisini, davranışlarını, hislerini sorgular. Önce zeka bakımından eksik bir birey olduğu zamana dair izler yavaş yavaş silinir ve yeni bir insan doğar. Evet bilim onu ameliyatla farklı bir birey olarak baştan yaratmış olabilir ancak bilim aynı zamanda onu hisleri alınmış bir robota da dönüştürmüştür. Sonra ise aynı bilim onu başladığı noktaya geri getirmiştir.

Kitapta sevdiğim noktalara gelecek olursam. İlki Charlie'ye fırında çalışan insanların davranış şeklini çok beğendim. En ufak bir ayrımda bulunmadan onu kendilerinden biri gibi kabul etmişlerdi. Belki de onu sadece o şekilde kabul eden tek insanlardı. İkincisi ameliyat sonrası Charlie'nin olsa zeki oldum diyerek kendini olduğu yerde sabit bırakmayıp kendini geliştirebildiği kadar geliştirmesi. Kitaplar okuması, gezmesi, yeni diller öğrenmesi-ki bilim insanlarının eksikliğini bu şekilde fark ediyor-makaleler yazması... Son olarak ise Algernon ve Charlie arasındaki ilişkiye değinmek istiyorum. Baştan sona kopmayan bir bağ, birbirini koşulsuz kabul ediş, insan ve hayvan arasındaki o karşılıklı dostluk... Hepsi o kadar güzel işlenmiş ki insanın içini sıcacık ediyor. Bu etkinlik sayesinde böyle güzel bir kitapla tanıştığım için ve daha nice güzel kitapla da tanışacağım için şanslıyım. Tekrardan görüşmek dileğiyle...

Kitaptan Alıntılar:

❤ ''Susun! Onu rahat bırakın! O sizi anlamıyor. Başka türlü davranmak elinde değil onun... Tanrı aşkına biraz saygılı olun! O da sizin gibi bir insan!''

❤ ''Para ve malzeme verebilecek olan sürüyle insan var ama vaktini ve sevgisini verecek insan çok az çıkıyor.''

❤ ''Bana ne olacağı önemli değil, henüz dünyaya gelmemiş bazı insanların hayatına bir şeyler katabilirsem eğer, kendimi binlerce kez normal bir hayat yaşamış gibi hissedeceğim. Bu bana yeter.''

❤ ''Sevgi ve şefkat eli değmeyen zeka ve eğitim beş para etmez.''

❤ ''Mutluluk ve zekanın ters orantısı ile sevmek için akıl şart mı?''

❤ ''Bu odadaki hiç kimse beni bir birey-bir insan olarak görmüyordu.''

❤ ''Ben bir insanım, bir bireyim-benim de annem ve babam, anılarım ve bir geçmişim var-ve siz beni bir sedyenin üzerinde o ameliyathaneye götürmeden önce de ben bir insandım.''

❤ ''Bir kızın oldu diye, onu artık istemediğine mi karar verdin?''


Share
Tweet
Pin
Share
10 Comments


Herkese merhaba. En çok da size merhaba Blogger Kitap Kulübünün saygıdeğer üyeleri! ''She İs The Man'' arkadaşımızın kurduğu Blogger Kitap Kulübünde bu ay, sevgili ''Şule Uzundere'' arkadaşımız tarafından önerilen Ivan Sergeyeviç Turgenyev'in ''Babalar ve Oğullar'' romanını değerlendirip tartıştık. Ben kitabı her ne kadar çoktan okumuş olsam da bir türlü yazımı yazamadım. Bu yüzden bir miktar üzülmedim de değil. Önümüzdeki ayın kitabı ise BKK ev sahibi ''She İs The Man arkadaşımızın seçtiği kiatp ise, yazar Daniel Keyes'in ''Algernon'a Çiçekler'' adlı romanı. Şimdiden okumak için sabırsızlanıyorum. Tüm okurlara iyi okumalar. ❤

Bir geleneksellik ve batı çatışması. Bir yanda Nikolay Petroviç ve Pavel Petroviç, diğer yanda ise Arkadiy ve Bazarov. Babalar ve Oğullar'ın konusu kuşaklararası çatışmadır. Daha doğrusu farklı kuşakları etkileyen farklı akımların kavgasıdır romanda işlenen. Babaların yıllardır sahip çıktığı değerlere kesin bir dil ile karşı çıkan oğullar ve bu karşı çıkışın karşısında da bocalayan babalar vardır. Babalar ürkek, çekingen, sakin, kibar ve oldukça fazla bir şekilde anlayışlıyken; oğullar ise katı bir derecede reddedici, kaba ve babalarının tam tersi bir şekilde oldukça anlayışsıdırlar.

Bazarov bir nihilisttir. Nihilizm; varlığı, değerleri ve ahlakı reddeden bir akımdır. Her türlü bilgi imkanını reddeder.ve hiçbir doğru , genel geçer bilginin olamayacağını savunur. Varlığı her şekliyle şüphe ile karşılar ve hatta yok sayar. Bazarov; geleneklerden ve prensiplerden nefret ediyor. Tanrı'yı reddediyor. Onun nihilist olduğuna dair bilgileri ise Bazarov'un arkadaşı Arkadiy'in babası olan Nikolay'ın çiftliğine gittiğinde keşfediyoruz. Burada Arkadiy'in amcası Pavel Petroviç ile aralarında geçen konuşmalar ise bunun en iyi örnekleridir. 

 ''- Ne iş yapar benim Bazarov? Size onun ne iş yaptığını söylememi ister misiniz amcacığım?

   -  Lütfen, sevgili yeğenim.

   -  Nihilisttir.

   - Nihilist. Anladığım kadarıyla, Latince nihil, yani hiç sözcüğünden geliyor bu... Herhalde bu sözcük hiçbir şeyi,,, tanımayan insan anlamında, değil mi?''

Pavel Petroviç bir romantiktir. Bazarov'un tam zıddı. Bu iki zıt düşünce kitap boyunca sürekli çatışmaya devam eder. Her ikisi de kendi fikirlerinden bir an olsun vazgeçmezler. Bazarov romantizmi açıkça küçümser ve onu gereksiz bir uğraş olarak nitelendirir. Hatta Arkadiy'den eski bir asker olan Pavel Petroviç'in romantizmle geçen hayat hikayesini dinledikten sonra, eski romantiklerin kendisini, fazlasıyla eğlendirdiğini söyler. Açık bir şekilde romantizmle dalga geçer.

Kitaptan Alıntılar:

❤ Çok şey bilirsen çabuk yaşlanırsın.

❤ Mutsuz biriyim çünkü... yaşama sevinci, isteği yok içimde.

❤ Sevip de sevilmemenin ne korkunç bir şey olduğunu düşünün!

❤ "Her insan kendi kendini eğitmek zorundadır. Döneme gelince, neden yetiştiğim döneme bağlı olacakmışım? Varsın o bana bağlı olsun."

❤ "Kişilik sayın bayım, en önemlisi budur işte: İnsanın kişiliği bir kaya gibi sağlam olmalıdır, çünkü her şey onun üzerine bina ediliyor."

❤ Zaman (bilindiği üzere) bazen kuş gibi uçar gider, bazen sümüklü böcek gibi ilerler ama insanın en çok hoşlandığı, onun çabuk mu yavaş mı geçtiğini fark etmemesidir.




Share
Tweet
Pin
Share
6 Comments

 


Sevgili She is the Man’in kurduğu Blogger Kitap Kulübü bu ay ünlü yazar Ruth Ware’in ''Bayan Westaway'in Ölümü'' kitabını okuyor. Ekim ayında kitabı okuyacak ve yorumlarımızı paylaşacağız. Şu an etkinliğe katılan dokuz kişi var. Eğer siz de katılmak isterseniz She is the Man’e yorum bırakabilirsiniz. Ne kadar kalabalık olursak o kadar keyifli olur bu süreç.

Etkinliğe katılan isimler:

1. Dövüşürken hanımefendi değilim / She is the man 

2. Kitaplık/Okuma Günlüğüm - Eren 

3. Şule Uzundere Blog 

4. Kaystros Tyrha / Kaplan Diary 

5. Yüreğimin İklimi 

6. Gül Özdemir / Film Yabancı Dizi Anime ve Kitap 

7. Manxcat - Kuyruksuz Kedi 

8. Su'nun Harikalar Diyarı 

9. SevKoz / Sevimli Kitaplar 

10. Tosbağa Günlüğüm 

11. Ayın Aydınlık Yüzü


Ruth Ware'in okuduğum ilk kitabıydı. Kitap kulübü sayesinde farklı yazarlarla tanışma imkanı bulmak bu bakımdan benim için güzel bir deneyim oldu. Kitabın konusuna gelecek olursak olaylar Westaway ailesinin ve özellikle de Harriet (Hal)'in etrafında gelişiyor. Hal, tarot kartlarından fal bakarak Brighton isimli bir kentte yaşamını sürdürmektedir. Günün birinde evine gelen gizemli bir mektup sonrası kendisine büyükannesinden yüklü miras kaldığını öğrenir. Yalnız işin içinde bir gariplik vardır. Onun iki büyükannesi de hayatta değildir ve mektubun yanlış kişiye geldiğini düşünür. Lakin işin içerinde yüklü bir miktarda para vardır. Ayrıca kendisinin de maddi durumu bir o kadar kötü olup tefeciye de borcu vardır. Bunu bir fırsat olarak bilir ve mektupta yazan adrese giderek olmadığı bir kişi gibi davranıp mirası almak için bir tezgah kuramaya başlar. Westaway ailesine katılan ve mirasın asıl sahibinin kendisi mi yoksa bir başkası mı olduğunu anlamak isteyen Hal evde annesinin (mektuba göre) kardeşleri ile tanışır. Fakat ailenin içindeki olayları keşfettikçe geçmişin gizemi ve laneti onun üzerine bir örtü gibi inecektir. Westaway ailesinin hiç tahmin edilemeyecek karanlık sırlarını öğrenecektir.

Bu kitabın en sevdiğim yönlerinden biri, kahramanı Hal'ın mesleği oldu. Bu meslek her ne kadar onun zorunlu bir işiymiş gibi görünse de bir bakıma onu bu aileye bağlıyordu. Hal, Brighton'daki bir iskelede bir stant işleten bir tarot kart okuyucusudur ve günlerini de müşterilerinin kart okumalarından ne öğrenmeyi umduklarını tahmin ederek geçirir.  Hal'ı yıllar önce bu standa bağlayan şey onun ölen annesinin yaptığı bir iş olmasıdır. Aynı zamanda bu iş Hal'e kendini bir aileye sızdığında ve olmadığı biri gibi davranması gerektiğinde de çok değerli becerilen öğreten de bir iştir. Hal'ın bu kart okumaları neredeyse kitap  boyunca rehber direkleri gibidir. Hal'ın hayatındaki önemli anları işaret eder ve ona yol gösterir.

Bayan Westaway'in Ölümü, klasik bir kır evi gizemine modern bir yaklaşım gibidir. Geçmiş ile geleceği harmanlayarak ortaya bambaşka bir hikaye çıkar. Kapalı bir şüphe çemberi, izole edilmiş bir yer, geçmişten gelen günlük sayfalarındaki baştan çıkarıcı yavaşça ortaya çıkan eski bir gizem zinciri... Hepsi de güvenecek kimsesi dahi olmayan (kimseye güvenmemesi gereken) hurdalı bir kahramanla birleştiğinde bir uyum kazanır ve biz gizem aşıklarını bir yolculuğa çıkarır.

Oldukça zorlanarak okuduğum bir kitap oldu. Özellikle de kitabın başlangıç sayfalarındaki o anlatış tarzı ve olaylar o kadar yavaş ilerliyordu ki kitabı yarım bırakmayı dahi düşündürdü bana. Ki normalde kitapları yarım bırakmaktan nefret ederim. Sonlara doğru yaklaştıkça ise olayalar birden bire hızlı ilerlemeye başladı. Hızına yetişemedim bir aralar. Hatta dönüp dönüp ''Burada ne anlatmaya çalıştı şimdi?'' diyerek aynı sayfaları tekrar tekrar okudum ve sonunda bitirebildim.  Yazarın başka hangi kitapları var bunun hakkında bir bilgim yok ama bizim gibi blog yazarlarından bir yazarın önce hangi kitabını okuyarak başlarsanız o yazara karşı ön yargınız oluşmayacağınızı öğrenebilirsiniz. Gelecek ay görüşmek üzere.



Share
Tweet
Pin
Share
19 Comments

          


          Kalbim büyük bir mezarlık. Bu mezarlıktaki mezarlar kendi yaşamlarına son vermiş insanlarla dolu ama kalbimde. Her biri için özenle hazırlanmış ayrı bir yer var. Her ne kadar ölmüş olsalar bile kalbim onların yerlerini koruyarak onlara karşı hala cömert. Onları saklıyor. Bir gün geri gelirler ve yeniden hayat bulurlar diye.

          Tekrar tekrar dirilip tekrar tekrar ölenler. Defalarca şans verdiğimiz ama defalarca da yüz üstü bırakıp gidenler. İşte bunlar en acımasız ve en beterleri. Daha çok acı, daha çok ümit, daha çok yaşanmışlık bırakıyorlar her defasında. Her geldiğinde de giderken bir parçamızı götürüyorlar yanlarında. Öyle acımasız öyle umursamadan. Öylece. Eski Türk geleneklerinde insanlar ölümden sonraki yaşama inandıkları için mezarlarına gömülürlerken yanlarında değerli eşyalarıyla gömülürlermiş. Dirildikleri zaman yeniden onlara kavuşabilmek için. İşte kalbimdeki her mezarlık sahibi giderken götürdüğü o kendince küçücük parçayla yeniden dirilme şansı buluyor kendine. Üstelik bu şansı onlara ben veriyorum. Öylece. Sorgulamaksızın.

        Birine her şans verdiğimizde eksiliyoruz. Yok oluyoruz. Parçalanıyoruz. Vücudumuzun her bir yerine farklı farklı yaralar alıyoruz. Yara bere içinde kalıyoruz. Ama uslanmıyoruz. Aynı hatayı tekrar tekrar yapmaktan geri durmuyoruz. Belki bu defa farklıdır düşüncesiyle hareket edip belkilerin arkasına sığınıyoruz. Sığındıkça fark ediyoruz ki eksilmeye devam ediyoruz. Sonra tekrar şans. Tekrar yarı yol. Tekrar eksiliş. Bu böyle devam ediyor. Aynı şeyleri yaşamak belki de bize zevk veriyor. Hoşumuza gidiyor acı çekmek, başkalarının bize acı çektirmesine izin vermek ve o acı içinde kıvranmak. Devam ettiriyoruz döngümüzü. Ta ki biz de bir gün bitip karşımızdaki o kişilerin kalbinde bir mezara sahip olana kadar.

Share
Tweet
Pin
Share
19 Comments

 



Herkese merhaba. Blogları Canlandırma Projesinde Ağustos ayı teması; Latin Amerika Edebiyatı veya seçkin yazarlar, seçkin yönetmenler idi. Ben de bu temadan yola çıkarak uzun zamandır okumak istediğim ve sürekli ertelediğim bir kitabı okumaya karar verdim: Simyacı. 

Daha önce Paulo Coelho'nun Şeytan ve Genç Kadın kitabını da okumuştum ama bu kitabı ona göre daha çok beğendim. Hem anlatımı hem olayların kurgusu hem de okuyuculara verilmek istenen mesajlar açısından oldukça güzel bir kitaptı. 

Şu an fark ettim de bugün Paulo Coelho'nun da doğum günüymüş. Bu yazıyı da bu güzel günde paylaşmam da biraz manidar. Neyse doğum günün kutlu olsun usta yazar.

Kitabın konusundan kısaca bahsedecek olursak: Bu kitap büyük bir doğu klasiği de olan Mevlana'nın Mesnevi adlı eserinde yer alan küçük bir öyküden yola çıkılarak yazılmıştır. İspanya'da çobanlık yapan ve üst üste iki kere aynı rüyayı gören ve bu rüyalar üzerine yolculuğa çıkan bir çobanın öyküsü bu. Santiago, bir çobandır. Koyunlarını otlatır, onlarla sohbet eder, gezer, şarap içer ve kitap okur. Hayatı sıradan ve gezerek geçiyordur yani. Hatta gezmek istediği için çoban olmaya karar vermiştir.  Çoban olmaktan mutluluk duyan Santiago günün birinde içinde firavun ağacı bitmiş yıkık dökük bir kilisede uyuma kararı alır ve o gece daha önce bir kez daha gördüğü bir rüyayı bir daha görür. Rüyasında, Mısır Piramitlerinin dibine gömülmüş bir hazine olduğunu ve ona ulaşması gerektiğini görür. Santiago iyice meraklanır ve bir rüya yorumcusuna görünür. Rüya yorumcusundan çok da umduğunu bulamayana Santiago bu sefer yaşlı bir adamla karşılaşır. Ama bu adam sıradan bir adam değildir. Bu adam bir Şalem Kralıdır. Böğrü parıl parıl parlayan bu adamın sıradan bir insan olmadığını Santiago hemen anlar. Şalem Kralı, Santiago’ya Kişisel Menkıbeden bahseder. Evrenin Dili, yaşam iksiri ve hayatın anlamıyla ilgili öğreneceklerinden habersiz bir şekilde bu uzun soluklu yolculuğa atılan Santiago, kendini hiç olmadığı kadar hazır hissediyordur.

Bu kitap, size her ne olursa olsun amaçlarınız doğrultusunda ilerlemeyi, bu amaç uğruna kimi zaman bazı riskleri göze almayı ve vazgeçmeyi düşündüğünüzde ya da umutsuzluğa kapıldığınız anda devam etmenizi söyleyen içinizdeki sese kulak vermenizi öğütlüyor. Günlük hayatımızdaki olaylarla bağlantı kurmak açısından bence oldukça ilgili. Hepimiz türlü zorluklardan, sınavlardan, insanlardan geçerek bir şeyler başarmaya çalışıyoruz. Çoğu zaman da pes etmeye yaklaşıyoruz. Bizi pes etmeyen, kendi amaçları için sonuna kadar giden insanların öykülerini dinlemek ya da bu insanlarla karşılaşmak motive ediyor. Bu kitabı okurken de her okur kendinden bir şeyler bulacaktır eminim.

Bütün bunların yanı sıra yürüdüğünüz yolda karşılaştığınız engellerin sizi amacınıza yönlendiren bir diğer yönünü anlatırken, sonu beklediğiniz gibi olmasa da asıl önemli olanın çabalamak olduğunu bir kez daha gösterir. Yürüdüğümüz yolun sonu her zaman beklediğimiz sonucu vermeyebilir. Hayat bize her zaman çabalarımızın karşılığını en iyi şekilde vermeyebilir. Bunu düşünüp bir sonrakinde çabalamaktan vaz mı geçeriz yoksa o çabaları düşünüp kendimize ben elimden geleni yaptım mı deriz? Bazen sonuç tatmin edici olmasa bile elimizden geleni yapmamız daha önemlidir. 

Kitapta hoşuma giden ve altını çizdiğim birkaç bölümü sizinle paylaşmak istiyorum:

👊 Her gün birlikte olmak gereksinimi duymaksızın, her zaman yeni dostlar ediniriz. Papaz okulunda olduğu gibi her zaman aynı insanları görürsek onları yaşamın bir parçası saymaya başlarız. Yaşamımızın bir parçası saydıkça da onlar bizim yaşamımızı değiştirmeye kalkışırlar. Bizi görmek istedikleri gibi değilsek hoşnut olmazlar, canları sıkılır. Çünkü, efendim, herkes bizim nasıl yaşamamız gerektiğini elifi elifine bildiğine inanır

👊 Çünkü hayat, yaşamakta olduğumuz andan ibarettir ve sadece budur...

👊"Kim ve ne olursa olsun," dedi, "yeryüzünde her insan, her zaman, dünya tarihinde başrolü oynar. Ve doğal olarak o bilmez bunu."

👊  İnsan sevince, nesneler daha çok anlam kazanıyor.

👊 En karanlık an, şafak sökmeden önceki andır.

👊 Ve bir şey istediğin zaman, bütün Evren arzunun gerçekleşmesi için işbirliği yapar.




Share
Tweet
Pin
Share
20 Comments
Older Posts

İzleyiciler

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Hakkımda

Merhaba! Bloğuma hoş geldiniz ben Gizem. Türkçe Öğretmeniyim. Bu blogda izlediğim animelerin, dizilerin, filmlerin ve okuduğum kitap ve dergilerin incelemelerini paylaşacağım. Şimdiden keyifli okumalar.

Kategoriler

  • Anime (2)
  • Blogger Kitap Kulübü (1)
  • Blogları Canlandırma Projesi (5)
  • Film İncelemesi (6)
  • Kitap İncelemesi (25)
  • Okuduklarım (7)
  • Çocuk Kitapları (7)
  • Öykü (3)

Blog Arşivi

  • Temmuz 2023 (1)
  • Ocak 2023 (2)
  • Aralık 2022 (1)
  • Ekim 2022 (1)
  • Eylül 2022 (1)
  • Ağustos 2022 (4)
  • Temmuz 2022 (1)
  • Eylül 2021 (1)
  • Ağustos 2021 (6)
  • Temmuz 2021 (7)
  • Haziran 2021 (5)
  • Mayıs 2021 (11)
  • Nisan 2021 (7)
  • Mart 2021 (6)

Created with by ThemeXpose