Powered By Blogger

Okuyan Koala 🐨

 



Herkese merhaba. Blogları Canlandırma Projesinde Ağustos ayı teması; Latin Amerika Edebiyatı veya seçkin yazarlar, seçkin yönetmenler idi. Ben de bu temadan yola çıkarak uzun zamandır okumak istediğim ve sürekli ertelediğim bir kitabı okumaya karar verdim: Simyacı. 

Daha önce Paulo Coelho'nun Şeytan ve Genç Kadın kitabını da okumuştum ama bu kitabı ona göre daha çok beğendim. Hem anlatımı hem olayların kurgusu hem de okuyuculara verilmek istenen mesajlar açısından oldukça güzel bir kitaptı. 

Şu an fark ettim de bugün Paulo Coelho'nun da doğum günüymüş. Bu yazıyı da bu güzel günde paylaşmam da biraz manidar. Neyse doğum günün kutlu olsun usta yazar.

Kitabın konusundan kısaca bahsedecek olursak: Bu kitap büyük bir doğu klasiği de olan Mevlana'nın Mesnevi adlı eserinde yer alan küçük bir öyküden yola çıkılarak yazılmıştır. İspanya'da çobanlık yapan ve üst üste iki kere aynı rüyayı gören ve bu rüyalar üzerine yolculuğa çıkan bir çobanın öyküsü bu. Santiago, bir çobandır. Koyunlarını otlatır, onlarla sohbet eder, gezer, şarap içer ve kitap okur. Hayatı sıradan ve gezerek geçiyordur yani. Hatta gezmek istediği için çoban olmaya karar vermiştir.  Çoban olmaktan mutluluk duyan Santiago günün birinde içinde firavun ağacı bitmiş yıkık dökük bir kilisede uyuma kararı alır ve o gece daha önce bir kez daha gördüğü bir rüyayı bir daha görür. Rüyasında, Mısır Piramitlerinin dibine gömülmüş bir hazine olduğunu ve ona ulaşması gerektiğini görür. Santiago iyice meraklanır ve bir rüya yorumcusuna görünür. Rüya yorumcusundan çok da umduğunu bulamayana Santiago bu sefer yaşlı bir adamla karşılaşır. Ama bu adam sıradan bir adam değildir. Bu adam bir Şalem Kralıdır. Böğrü parıl parıl parlayan bu adamın sıradan bir insan olmadığını Santiago hemen anlar. Şalem Kralı, Santiago’ya Kişisel Menkıbeden bahseder. Evrenin Dili, yaşam iksiri ve hayatın anlamıyla ilgili öğreneceklerinden habersiz bir şekilde bu uzun soluklu yolculuğa atılan Santiago, kendini hiç olmadığı kadar hazır hissediyordur.

Bu kitap, size her ne olursa olsun amaçlarınız doğrultusunda ilerlemeyi, bu amaç uğruna kimi zaman bazı riskleri göze almayı ve vazgeçmeyi düşündüğünüzde ya da umutsuzluğa kapıldığınız anda devam etmenizi söyleyen içinizdeki sese kulak vermenizi öğütlüyor. Günlük hayatımızdaki olaylarla bağlantı kurmak açısından bence oldukça ilgili. Hepimiz türlü zorluklardan, sınavlardan, insanlardan geçerek bir şeyler başarmaya çalışıyoruz. Çoğu zaman da pes etmeye yaklaşıyoruz. Bizi pes etmeyen, kendi amaçları için sonuna kadar giden insanların öykülerini dinlemek ya da bu insanlarla karşılaşmak motive ediyor. Bu kitabı okurken de her okur kendinden bir şeyler bulacaktır eminim.

Bütün bunların yanı sıra yürüdüğünüz yolda karşılaştığınız engellerin sizi amacınıza yönlendiren bir diğer yönünü anlatırken, sonu beklediğiniz gibi olmasa da asıl önemli olanın çabalamak olduğunu bir kez daha gösterir. Yürüdüğümüz yolun sonu her zaman beklediğimiz sonucu vermeyebilir. Hayat bize her zaman çabalarımızın karşılığını en iyi şekilde vermeyebilir. Bunu düşünüp bir sonrakinde çabalamaktan vaz mı geçeriz yoksa o çabaları düşünüp kendimize ben elimden geleni yaptım mı deriz? Bazen sonuç tatmin edici olmasa bile elimizden geleni yapmamız daha önemlidir. 

Kitapta hoşuma giden ve altını çizdiğim birkaç bölümü sizinle paylaşmak istiyorum:

👊 Her gün birlikte olmak gereksinimi duymaksızın, her zaman yeni dostlar ediniriz. Papaz okulunda olduğu gibi her zaman aynı insanları görürsek onları yaşamın bir parçası saymaya başlarız. Yaşamımızın bir parçası saydıkça da onlar bizim yaşamımızı değiştirmeye kalkışırlar. Bizi görmek istedikleri gibi değilsek hoşnut olmazlar, canları sıkılır. Çünkü, efendim, herkes bizim nasıl yaşamamız gerektiğini elifi elifine bildiğine inanır

👊 Çünkü hayat, yaşamakta olduğumuz andan ibarettir ve sadece budur...

👊"Kim ve ne olursa olsun," dedi, "yeryüzünde her insan, her zaman, dünya tarihinde başrolü oynar. Ve doğal olarak o bilmez bunu."

👊  İnsan sevince, nesneler daha çok anlam kazanıyor.

👊 En karanlık an, şafak sökmeden önceki andır.

👊 Ve bir şey istediğin zaman, bütün Evren arzunun gerçekleşmesi için işbirliği yapar.




Share
Tweet
Pin
Share
20 Comments

       

          Virginia Woolf, 1882’de Londra’da dünyaya gelmiştir ve bu sıra dışı hayat yolculuğunu 1941’de kendi verdiği karar neticesinde de sona erdirmiştir. Romancı, eleştirmen ve yazar olarak tanımlanan Woolf aynı zamanda feminist hareketin en güçlü isimleri arasında yer almaktadır. 

          Virginia, küçük yaşta annesini kaybetmiştir. Yaşadığı dönem gereği okula gönderilmemesine rağmen babasının kütüphanesinde kendini geliştirmeyi başarmıştır.

              Annesinin eksiliğinden daha küçük yaşlardan itibaren çok etkilenen yazar, zaman zaman kötü dönemler geçirmiştir ve delilik nöbetleri yüzünden çok sıkıntı çekmiştir. Daha 59 yaşındayken bir tane eşine bir tane de kız kardeşine olmak üzere iki intihar mektubu bırakarak bu dünyaya veda etmiştir.

               Bilindiği üzere Virginia Woolf bilinç akışı tekniğini çokça kullanmış bir yazardır. Peki bu bilinç akışı tekniği nedir?  Roman ya da hikaye türünde karakterlerin aklından geçenleri, o anki duygu ve düşüncelerinin belli ve mantıklı bir sıralama yapmadan, araya girmeden seri şekilde okuyucuya aktarıldığı bir tekniktir. Dalgalar da Virginia Woolf'un bilinç akışı tekniğini kullanarak yazdığı kitaplardan bir tanesidir.  Peki ne anlatmaktadır bu kitapta?

                Dalgalar, belirli bir olay örgüsü olmayan bir kitaptır. Güneşin doğuşundan batışına kadar geçen sürede altı karakterin doğumu ve ölümü ele alınır. Bu süre zarfında gün içerindeki belirli vakitler insanların yaşamları ile ilişkilendirilir. Sabah insanın çocukluk ve gençlik çağı, öğle yetişkinlik dönemi ve son olarak da akşam insanın yaşlanışı ve ölüm. Belirli bir olayın olmaması anlatımı zorlaştırabilir. Bu yüzden kitabı sakin bir kafayla ve içerisinde bir hareket aramadan bir şiir niteliğinde okumalısınız. Karakterlerin birbirine olan uyumu tıpkı dalgalar gibi güneşin doğuşu ve batışı gibi dairesel bir anlatımla okuyucuya sunulur. Ortada bir ahenk vardır. İnsanlar ölür, insanlar doğar. Bu hayatın getirdiği bir gerçektir. Yazar bu gerçeği bir güne doldurarak anlatır. Her bir karakter dalga misali gelip geçicidir.

             Kitabı okurken en baştan itibaren notlar alarak ilerlemeniz oldukça önemli. Anlatımı ve anlaşılışı zor olan bir kitap olduğu için ve olaylar yerine kitapta durumlar hakim olduğu için kitapta yer alan insanlar ve bu insanların düşüncelerini takip etmek oldukça zor. Karakter analizi yaparak gidilmesi gerekiyor bana göre. Daha sonra konuşmalar ve düşünceler okura aktarıldıkça hangi karakter nasıl düşünür ve ne der diye düşünmeden karakter ve yazılanlar arasında bağlantı kurabilmek için oldukça önemli. 

          Ayrıca bir Virginia Woolf kitabı okumak istiyorsanız bu kitaptan başlamamanızı öneririm. Elinize almanız ile bırakmanız bir olabilir. Bunun yerine diline yavaş yavaş alışmak adına daha anlaşılır kitaplarından birini seçmeniz daha iyi olabilir. Bir yazarın kitaplarının okunmasını bir dil öğrenmendeki seviyeler gibi düşünürüm. Üst seviyelere çıktıkça anlaşılması zordur ve bizi oldukça zorlar. Ama önceki sevilerdeki birikimlerimizle kendimizi de bir yandan daha üstlere hazırlamış oluruz ve daha çok zevk alırız. Bu yüzden daha kendinizce basit olarak nitelendireceğiniz bir kitabını okumanızı öneriyorum.

“Güneş batıyordu. Günün katı çekirdeği çatlamış, yarıkları arasından ışık dökülüyordu. Hızla atılan, karanlıkta tüylenmiş oklarla vurdu dalgaları, kırmızı ve altın sarısı. Olur olmaz ışık çizgileri birdenbire parıldayıp dolaştılar çevrede, batmış adalardan gelen imler, gülüşen, utanmaz çocukların defne kurularından attıkları kargılar gibi.”

Share
Tweet
Pin
Share
6 Comments

            

            Herkese merhaba. Bu bloğu açarken bu tip bir yazıya yer vermeyeceğimi düşünmüştüm hep. Ama son zamanlardaki ruhsal durumlarım pek de müsait olmadı maalesef ve bir anda kendimi burada buldum. Biraz rahatlamak biraz kafamın içindekileri boşaltmak istedim. Yalnızlığım, tükenmişliğim azalır belki diye düşündüm. Buraya yazmak ne kadar etkili olur bilmiyorum ama denemekten ne zarar gelir ki.

            Yürütmeye çalıştığım çok şey var. Özel hayatım, arkadaşlarım, iş, ev, aile ve daha niceleri. Bir şeyleri başardığımda hep her şeyin farklı olacağını düşünmüştüm ama fark ettim ki dibe doğru çekiliyorum her saniye. Neyi tutarsam elimde kalıyor. Yalnızlaşıyorum. Hislerimi kontrol edemez oluyorum ve sanırım kendime de yeni bir rahatsızlık ekledim bunları yaparak. Ama insanın elinde olmuyor her şey. Ne kadar düzene sokmaya çalışsak da ne kadar bir şeylere değer versek de her zaman bir şekilde elimizden kayıp gidiyor. Geriye dönüp baktığımızda elimizde hiçbir şey kalmamış oluyor.

           Kendini değersiz hissetmek. Herkesin dediği bir söz var aslında kendi kendimize değer vermemiz ile ilgili. Evet belki haklı ama belki de değil. İnsanoğlunun sevgi ihtiyacı var. Biri tarafından sevilmeye. Bu ailemiz, arkadaşlarımız, sevgilimiz hatta evcil hayvanımız dahi olabilir. Bir de hissettirilen bu sevginin bir anda çekilmesi durumu var. Şöyle düşünün bilgisayarda bir işiniz var ve bir anda elektrik gidiyor ve yaptığınız onca şey bir anda yok oluyor. Onca emek. Onca zaman. İşte aynı onun gibi bir şey. Her şey bir anda bitiyor. Karşımızdakini önemsemeden. Sonuçlarını düşünmeden. Belki fakındayız belki değiliz. 

                Yıllarca gözlerine baktığın, ellerini tuttuğun, bir anlık dahi olsa görebilmek için yollar gittiğin kişinin yavaşça hayatından kayması. Buna ben izin verdim mi diye kendini sorgulama. Karşındakini sorgulama. Uzun süren iç hesaplaşmalar, ağlamalar, zihnini meşgul etmeler. Sonrası hiçlik. Konuşamama. Seni anlamadığını düşünme. Belki de anlamak istememesi. Bahaneler öne sürmeler. İkinize vakit ayıramama belki de ayırmama. Tek taraflı düşünüp karşındakini fark edememe. Oysa onun hep orda senin için olması. Elini yine tutması. Sonra başa dönüş. O kadar sık yaşıyorum ki. Bana her zaman dediği bir şey vardır. Bu hayatımız üç parçaya bölünmüş durumda. Biri senin kendi özel hayatın biri benim kendi özel hayatım diğeri ise ikimizin ortak hayatı. O ortak hayatın git gide azaldığını gözlerinle görmene rağmen elinden hiçbir şey gelmemesi.

            Diğer yandan hayatıma kattığı her güzelliği sahipleniyorum. Her gülüşümüzü, her göz göze gelişimizi, yaşadığımız her anı. Birbirinden değerli. Kıymetli. Beş yıl öncesine dönüp bana bir seçim şansı tanınsa ben yine aynı tercihi yapardım. Onunla olmak kalbimi kırıyor. Bazen yoruyor. Ama yine de iyi anlar kötülerden fazla. Daha çok onunla geçirmek istediğim vakitler var. Korkuyorum. Kaybetmekten korkuyorum. Onu bir daha görememekten. Aynı hisleri yaşayamamaktan. Belki de birine bu kadar değer vermek saçma ama elimde değil. Daha ne yapabilirim bilmiyorum. Tek istediğim o ve onunla mutlu olabilmek. Şu yazıları yazarken dahi kalbim hala onun için heyecanlanıyorken aynı hisleri o yaşar mı bilmiyorum. Her şeyi akışına bırakmam gerek. Yeteri kadar bunalıyorum. Üzülüyorum. Elimden tutulmasına ihtiyacım var. Yanımda olunmasına. Olmasını istediğim insanı bu süreçte yormaktan korkuyorum. Ona zarar vermekten.

               Yapmam gerekenler var. Harekete geçemiyorum. Bir el uzansa o eli tutup her şeyi yapabilirim biliyorum. O eli hala bekliyorum. Yanımda olmasını istediğim kişiyi hala bekliyorum. Gelir mi bilmem. Aynı şartlarda ben ona gider miydim? Koşarak hem de. Şu hayatta hayatımın en güzel yanını o oluşturuyorken neden olmasın. Bunalmak istemiyorum. Yorulmak istemiyorum. Adım atmam gerek. Mutlu olmalıyım. Bunları çok sık söylersem olacak gibi. Ama ya olmazsa? Şimdi bile kalbim sıkışıyor. Kendime izin vermeliyim ve kendime değer vermeliyim. Bize hiç bitmeyen bir şans veriyorum. Belki de başarabiliriz. Neden olmasın...

Share
Tweet
Pin
Share
8 Comments


         Hepinize yeniden merhaba. Uzun bir aradan sonra yeni bir 'Blogları Canlandırma Projesi' konusu ile sizlerleyim. Temmuz ayı konusu İspanyol kültürü ve romantik-drama idi. İstediğimiz konuyu seçerek o konuda film ve dizi izleyebilir ya da kitap okuyabilirdik. Ben de bu ayın konusu olarak İspanyol kültürünü seçtim ve bu konuya yönelik olarak da ''Pan'ın Labirenti'' adlı filmi izledim. Açıkça söylemek gerekirse filmin afişi beni ilk başlarda korkuttu. Korku türünde bir film bekledim. Ama hiç de beklediğim gibi değilmiş. Gayet de zevkle izledim. Bu yüzden bir filmi izlemeye karar verirken afişine kesinlikle aldanmayın derim.



           Filmin konusundan kısa bahsedecek olursak: Bir peri masalı ile başlıyoruz filme. Bu peri masalı film boyunca bizi takip edecek zaten. Bu peri masalımızın prensesi ye altındaki sarayından dünyaya kaçmış ve geri kalan yaşamını yeryüzünde bir fani olarak geçirmiş ve ölmüştür. Efsaneye göre bu prensesin ruhu yeniden bir insan bedeninde dirilecek ve yeniden kaçtığı sarayına geri dönecektir. Filmin ana konusu bu olay üzerine kuruludur. Daha sonra kendimizi bir anda İspanya iç savaşı içerinde buluruz. İspanya iç savaşının devam ettiği yıllarda küçük bir dağ köyünde gerillaları yok etmek için kurulan bir kampa geliriz. Komutanın oğluna hamile olan bir kadın ve bu kadının kızı Ofelia'nın bu kampa gelmesi ile işte bu peri masalı bir anda gerçeğe dönüşmeye başlar. Bir yanda savaşın dehşetleri devam ederken bir yanda da küçük bir kızın hayal güçleri ve sihirleri hayat bulur. 
  


          İspanya iç savaşı deyip duruyoruz. Peki ne bu İspanya iç savaşı? İspanya İç Savaşı, 1936-1939 yıllarında arasında İspanya'da karşılıklı memnuniyetsizliklerin sebep olduğu cumhuriyetçi ve milliyetçi taraflar arasında çıkan bir iç savaştır. 16 Temmuz 1936 tarihinde General Mola, General Goded ve General Francisco Franco'nun ''Cumhuriyetçi Halk Cephesi'' yönetimine karşı isyan başlatması ile ülke içerinde üç yıl süren bir iç savaş başlamıştır. Bu savaş yaklaşık olarak üç yıl sürmüş ve 1939 yılının mart ayında milliyetçilerin  Madrid'e girmeleri ile sonuçlanmıştır. Milliyetçilerin başkente girmesiyle İspanya'da uzun yıllar sürecek olan Franco diktatörlüğü başlamıştır. Bu savaşın bilançosu çok ağır olmuştur. Yaklaşık 600.000 insan hayatını kaybetmiştir.


              Gelelim filme. Peki kimler yer alıyor bu filmde? Aslında birçok karakter var ancak sadece öne çıkanlara değineceğim. Zaten olaylar bu karakterler üzerine kurulu. İlk olarak Ofelia'dan başlayalım. Ofelia, küçük yaşta babasını kaybetmiş, annesinin hayatını yeniden devam ettirmek için evlenmiş olduğu zalim bir yüzbaşı ve savaşın ortasında kalan bir kızdır. Bu dış dünyanın ona getirmiş oldukları onu peri masalları okumaya yöneltir. Sırf bu yüzden de hayal gücü fazlaca gelişmiştir. Hayal gücü onu ilginç yaratıkların olduğu bir dünyaya kaçırır. Orda her ne kadar iyi şeylerle karşılaşsa da korkularla da karşılaşır. Bunlar, ona bazı gerçekleri kavramasında yardım edecektir. İşte bu ilginç yaratıkların olduğu dünyada onu Pan karşılar. Peki bu Pan denilen şey ne? Filme adını veren Pan, yarı insan, yarı keçi olan bir fabel yaratığı ve ayrıca da labirentin bekçisidir. Bataki peri masalı ile de bağlantısı vardır. O ayrıntısına girmek istemiyorum. Filmi izlemenize engel olmak istemem. Biraz da merak edin. Gelelim Üvey babaya. İspanya iç savaşı'ndan galip ayrılan General Franco'nun emri altında direnişçilerle savaşan bir yüzbaşıdır. Katı yürekli, sevgi nedir bilmez, cani, kaba, insan sevgisinden mahrum... Kısacası nerede bir kötü özellik var hepsi bu adam üzerinde toplanmış diyebilirim.


           Pan'dan bahsetmiştik. Pan ve Ofelia arasında filmin başında yer alan peri masalından dolayı bir bağlantı vardır. Pan, Ofelia'nın yer altından kaçan prenses olduğunu ve onun yer altına dönebilmesi için kendisinin ona vereceği üç görevi yerine getirmesi gerektiği söyler. Bunlar:
1. Bir incir ağacının köklerine yerleşmiş onun yeşermesini engelleyen bir kurbağayı öldürmek ve karnından bir anahtar almaktır.
2. Adeta bir ziyafet sofrası başında nöbet tutan yaratığı (Pale Man) uyandırmadan hançeri almaktır.
3. Masum birinin kanını akıtmaktır.

          Ofelia'nın bu görevleri başarıp başaramadığına ya da ne gibi sorunlarla karşılaştığına değinmeyeceğim. Filmde Ofelia’ya görevler veren Pan ve Labirent ile ilgili olarak; Pan, doğrudan mitolojik bir karakterdir. Hermes’in bir Nympha’dan olma keçi boynuzlu ve keçi ayaklı oğludur. Pastoral müziğin, çobanların, sürülerin, dağlık ve tenha arazilerin tanrısıdır. Tıpkı filmdeki mekanımız gibi yerlerin. Filmin müzikleri; ünlü besteci Javier Navarrete tarafından yapılmıştır. Çoğunlukla mavi tonlarında çekilmiş olan filme, mavinin hüznünü “Mercedes’s Lullaby” adlı tema müziğiyle vermek istemiş besteci. Müzik filme öyle uyum sağlamış ki; içinizden hafif hafif mırıldanırken bile, kendinizi Pan’ın büyülü dünyasında hissetmenizi sağlıyor. Baştan aşağı post-modern bir yapım demek yanlış olmayacaktır bu film için. Filmin bu “gerçek” dünyayı anlattığı kısımlarında karanlık bir görsellik kullanılmış. Özellikle gri üniformalar, koyu renk kıyafetler, kapalı gökyüzü ve sürekli yağmur filmin esas hikayesine hem fiziksel hem de içsel bir soğukluk katıyor. İkinci anlatı Ofelia’ın fantastik dünyasına geçildiğinde ise bu karanlığın yerini yavaş yavaş aydınlığa ve renge bıraktığını görüyoruz. Çok yönlü bir film olmayı başarmış olan Pan’ın Labirent’i anlatmak istediklerini başarılı bir şekilde anlatmış. Hem insanın kendinden kaçtığı yer olan hayal gücüne vurgu yapması, hem de İspanya iç savaşında ve dünyanın pek çok yerinde yaşanan faşizmin gerçek yüzünü, acımasızlığını ve iğrenç yüzü de anlatılmaya çalışmış. Filmde yaşananlar aslında insanın hayal gücünün ne kadar etkileyici olduğunu gösteriyor. İnsanın gerçeklerden kaçmak için kullandığı yer olarak hayal dünyasını seçtiğini anlatıyor. 
                 Ben izlerken keyif aldım ve tekrar tekrar izleyebilirim dediğim filmlerden biri oldu. Umarım siz de hem yazımı okurken hem de filmi izlerken keyif alırsınız. 

“Gerçekler sizi sardığında, tek sığınağınız hayal gücünüzdür.”

Share
Tweet
Pin
Share
23 Comments
Newer Posts
Older Posts

İzleyiciler

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Hakkımda

Merhaba! Bloğuma hoş geldiniz ben Gizem. Türkçe Öğretmeniyim. Bu blogda izlediğim animelerin, dizilerin, filmlerin ve okuduğum kitap ve dergilerin incelemelerini paylaşacağım. Şimdiden keyifli okumalar.

Kategoriler

  • Anime (2)
  • Blogger Kitap Kulübü (1)
  • Blogları Canlandırma Projesi (5)
  • Film İncelemesi (6)
  • Kitap İncelemesi (25)
  • Okuduklarım (7)
  • Çocuk Kitapları (7)
  • Öykü (3)

Blog Arşivi

  • Temmuz 2023 (1)
  • Ocak 2023 (2)
  • Aralık 2022 (1)
  • Ekim 2022 (1)
  • Eylül 2022 (1)
  • Ağustos 2022 (4)
  • Temmuz 2022 (1)
  • Eylül 2021 (1)
  • Ağustos 2021 (6)
  • Temmuz 2021 (7)
  • Haziran 2021 (5)
  • Mayıs 2021 (11)
  • Nisan 2021 (7)
  • Mart 2021 (6)

Created with by ThemeXpose