Powered By Blogger

Okuyan Koala 🐨


Merhaba kitapsever dostlarım. Bugün yeni bir kitapla daha sizlerleyim. Bugünkü kitabımız büyük bir şaheser olarak nitelendirdiğim William Shakespeare’in Romeo ve Juliet adlı tiyatro eseri. Hemen hemen hepimizin bir yerlerken duyduğu bir aşk öyküsünü anlatıyor kitap. Hikâye karakterleri aslında İngiliz şair Arthur Brooke’in 1562 yılında yayımlanan Romeus ve Juliet’in Trajik Öyküsü adlı uzun şiire dayanır. Shakespeare öyküyü birçok karakterle desteklemiş ve birçok olaylar silsilesi eklemiştir. Dolayısıyla eser iki insanın kaleminden geçerek bize ulaşmıştır. Eserin bir aşk hikayesini işlemesi ve karakterlerin iki düşman aileden seçilmesi ve eserin sona erişi bize Leyla ile Mecnun adlı halk hikayesini hatırlatır. Karakterlerin birbirine düşman olan iki aileden olması, birbirlerine kavuşmak zorlu yollardan geçmeleri ve sonunda her ne kadar kavuşsalar da ölümün onları bulması ortak özelliklerden sadece birkaçıdır. Her ikisi de 16. yy.da yazılmış olup biri Doğu’da diğeri de Batı’da efsaneleşmiş bir aşk hikayesidir.   

Eserin konusundan burada bahsetmeyeceğim. Çoğumuz ya biliyoruz ya da okumak isteyip de vakti olmuyor. Okumayanlar için de böylece okuyabilecekleri bir yazı olmuş olur. Bu yüzden bende etki bırakan yönlerden ve eleştirdiğim bazı noktalardan bahsedeceğim sizlere.

Kitabın geçtiği dönemlerde kadınların evlenme yaşı oldukça düşük. Ki Juliet olaylar yaşandığı zamanlar daha on dördüne dahi basmamıştır. Ancak kitapta bu yaştan daha önce evlenen insanların olduğundan da bahseder. Hatta ondan daha genç olanların mutlu anneler olduklarından bahsedilir. Ki Juliet’in annesi de Juliet’i doğurduğu zaman on dördündedir. Bir çocuğun (çocuğun demek istiyorum ki hala bir çocuk oluyorlar o yaşta) daha o yaşta daha hayatı öğrenmeden, o çocukluk çağının güzellikleri yaşamadan böylesine bir sorumluluk altına sokulması ne kadar doğru? Bu günümüzde yer alan çocuk gelinle aynı mantıkta. Tek farkıysa o yıllarda bu tip erkek yaşta evliliklerin normal karşılanması. Hem böyle erken yaşta evlilik desteklenir hem de Juliet’in babası erken evlenenin tez bozulacağını söyler. Burası da ayrı bir çelişki.

Ayrıca kız evladın evlilik konusunda fikirlerini söyleme hakkı yoktur. Sadece formalite icabı sorulur. Eğer olumsuz bir yanıt alınırsa da en olmadık hakaretlere hatta evden kovulmalara dahi yol açar. Bunu da en iyi Juliet’in babasına en ufak bir baş kaldırışında görmek mümkün.

Tam talihi ona gülmüşken, tuttursun geçip karşıma:

"Evlenmem, sevemem ben, daha çok gencim,

Beni bağışlayın, yalvarırım," diye.

Bana bak, evlenmezsen eğer, öyle bir bağışlarım ki seni,

O zaman canının istediği yerde otla, kalamazsın evimde.

Düşün taşın; şakam yoktur benim.

Perşembe yakın, elini vicdanına koy düşün;

Kızımsan, dostuma vereceğim seni,

Değilsen eğer, çekil git, dilen, aç kal, geber sokaklarda;

Bak sana söylüyorum, seni asla tanımam,

Benim olan şeylerden de hiç yararlanamazsın.

Bilesin bunları: İyi düşün. Ben tükürdüğümü yalamam.

Kadınlar kendi evlenmek istediği insanı seçemez ama erkekler seçebilir. Burada bir eşitsizlik hüküm sürüyor. Juliet ise bu eşitsizliğe karşı çıkarak bir ilk gerçekleştiriyor ve sevdiği adamla evleniyor. Bir yandan güçlü bir yandansa tamamen güçsüz. Kadın karakterinin kitapta tam olarak güçlü olduğu bir nokta göremiyoruz. Hatta dediğimiz gibi Juliet’in o baş kaldırışı nedeniyle de toplum içinde yok edilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla kadın olmak her dönemde zor. Ne o zaman kolaydı ne de şimdi. Değişen tek şey yıllar.

Anne ve kız arasındaki ilişki de fazlasıyla resmi ve soğuk. Sanki bir yabancı gibiymişçesine. Bunun en büyük etkeninin de daha çocukların doğar doğmaz dadıya verilmesinde olduğunu düşünüyorum. Çünkü kitabı okudukça anne ve kız diyaloğunu hiç göremiyoruz neredeyse. Olan da zaten gayet resmi. Daha Juliet ve dadısı arasındaki ilişki öne çıkıyor. En gizli sırlarını, hislerini, düşüncelerini onunla paylaşıyor. Bir anne kız arasındaki ilişkiyi görüyoruz adeta ikisinde. Ama bu ikisi arasındaki bu ilişkinin de belli sınırları var tabi ki. Çıkarlar işin içine girdiğinde insanın gözü döner. En sevdiği insana dahi ihanet eder. Dadı da bir yere kadar yanında olur. Sonuçta o da o evde bir çalışandır ve en ufak bir itaatsizlikte o da kendini kapı dışında bulacaktır.

Biraz da Romeo’dan bahsedecek olursak bana göre kendisi dış görünüşe önem veren bir şıpsevdi. Daha kitabın en başlarında bir kadına aşıkken bir baloda Juliet’i görür ve anında vurulur. Önceki sevdiğini anında unutur. Juliet’in güzelliğinin etkisidir bu. Bir kadının güzelliği bir başka kadının güzelliği bastırır ve bir erkek için bu bir kriter olur birden.

Parıldamayı öğretiyor bütün meşalelere

Bir Habeşin kulağındaki pırlanta gibi,

Asılmış gecenin yanağıma sanki;

El sürülmeyecek kadar güzel,

Dünyaya fazla gelen değerli bir taş bu,

Akranlarımdan çok değişik ve başka,

Ak bir güvercin kargalar arasında:

Durduğu yeri kaçırmayayım dans bitince,

Şu kaba elim kutsansın onunkine değince.

Gönlüm hiç sevdi mi bugüne dek?

Sevdiyse, yalanlayın göz1erim. Görme9im çünkü

Bu geceye dek gerçek güzelliği.

Kitapta bahsetmek istediğim son noktaysa iki düşman ailenin kitabın sonunda barışmalarıdır. Onların barışmalarına vesile olan şeyse kendi evlatlarını bu düşmanlığa kurban etmiş olmalarıdır. Sadece evlatları olsa iyi. Birçok insanı feda ederler düşmanlıkları için. Bence bu biraz bencilce. Kendileri uğruna birçok insanı feda edip sonra pişman olmak. Evet belki sonuç güzel ama o yolda yaşanan onca şeyi de görmezden gelmemek lazım bence.

Bu kitapta daha konuşulacak o kadar çok şey var ki. Ben sadece burada bazı noktalara değinebildim.  Eminim siz de okuduğunuzda bana hak vereceksinizdir. Yazıma burada son veriyorum. Bloğuma destekleriniz benim için gerçekten çok önemli. Her yorumda kendimi biraz daha motive olmuş bularak yazıyorum. Bu yüzden destekleriniz için gerçekten teşekkürler. Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle….

 

 

Share
Tweet
Pin
Share
1 Comments






         Bir yarışma için başladığım ve ben bunu daha önce neden okumamışım dediğim bir kitap. 

         Neriman ve Şinasi aşkı karşılıyoruz bizi kitabın başlangıcında. Aslında aşk demek ne kadar doğru bilemiyorum. Bu iki insan arasında yıllardır süren bir muhabbet olması onların çevrenin de baskısıyla evlenmesi yönündedir. İki insan arasındaki bir husumette çevrenin ne kadar sözü olabilirin en büyük de kanıtıdır. İki insan. Bir kadın ve erkek o dönemlerde yan yana dahi görülseler laf olur söz olur. Sonu da mutlaka evlilik olmalıdır tabi. Günümüzde de öyle değil midir? Bir kadın ve erkek arkadaş dahi olsa hatta kuzen bile olsa yan yana gezmemelidir. Aaa yoksa elalem ne der değil mi?

      Kitapta üç baş karakter karşılıyor bizi: Neriman, Şinasi ve Faiz Bey. Ben burada Macit'i asıl karakter olarak göremiyorum. Çünkü kitapta evet bahsediyor ama onu gerçekten göremiyoruz. Varla yok arasında. Sadece onu somut bir şekilde Neriman'la tramvayda karşılaşması sonucu görüyoruz. Ama onda da iki kelime edip yeniden kayboluyor. Daha çok Neriman üzerindeki etkisiyle anılıyor. Neriman'ın o içinde bunca zamandır biriken ve dışarı çıkmak için can atan o duyguları ve düşüncelerin dışa vurumunda bir araç oluyor o kadar. Bu elbette yadsınacak bir şey değil. Zaten asıl olaylar da ikisinin tanışması ve Macit'in onun üzerindeki etkisiyle başlıyor. Neriman Macit'le tanıştıktan sonra değişmeye başlar. Hem ruhen hem fiziken daha farklı bir insan olur bir anda. Yürüyüşü, giyinişi, yaşadığı çevreye bakışı değişir. Sürekli Fatih ve Harbiye arasında bir kıyaslama yapar ve Fatih'i hem yerer. İnsanların bu semtte bu şekilde yaşamaları ve hallerinden hiç de şikayetçi olmayışları iyice sinirine dokunmaya başlar. Ki bazı yerlerde Neriman'ın aşırı sinirden bayıldığını ve sinir krizleri geçirdiğini okuruz. Bu sinir krizlerinden de en çok etkilenen tabi ki Şinasi'dir. Yapısı gereği sessiz ve sakin olan Şinasi, Neriman'ın bu sinir krizleri söz konusu olunca da sessiz kalır. onunla iletişim kurmaktansa sessiz kalmayı tercih eder. Bu sessizliğini de en çok Faiz Bey'in Şinasi'ye Neriman ile evlenmesi gerektiğini söylediğinde korur. İleriki sayfalarda anlarız ki aslında bir bakıma onun da gönlü yoktur. Çevre ve Faiz Bey tarafından kötü karşılanmamak adına sesini çıkarmayıp boyun eğmiştir Neriman ile evlenmeye.

         Yoğun bir doğu ve batı karşıtlığı karşılamaz bizi kitapta ne de bu karşıtlık bize doğrudan verilir.  Olaylar yaşandıkça, insanlar konuştukça ve sayfaları çevirdikçe biz fark ederiz. Özellikle bu tamamen batılıdır dediğimiz bir karakter yok. Bana göre Macit bunu tam olarak karşılamaz. Neriman'ın davranışlarındaki değişimin doğuya ters olmasından çıkarırız her şeyi. Sokakta kahve önünde oturan insanlarla kafelerde oturan insanları karşılaştırır, insanların giyimleriyle bir konu hakkındaki düşünüş tarzlarını karşılaştırır Bazen bunu alttan alttan bazen de doğrudan yapar bunu. Sonra yeri gelir ki Şinasi ve Macit'i de karşılaştırır. İki farklı dünyanın iki farklı insanını. Bunu ise şu kelimelerle ifade eder yazar:

            ''Artık Neriman nereden gelip nereye gittiğini anlıyordu, çünkü iki zıt iştiyakın remizlerini gözleriyle görüyor ve mukayeseler yapabiliyordu. Şinasi Neriman'ın gözünde, aileyi, mahalleyi, eskiyi, şarklıyı temsil ediyordu; Macit yeninin, garbın ve bunlarla beraber meçhul ve cazip sergüzeştlerin mümessili ve namzediydi.''

Neriman'ın bu fikirlerine dur diyecek olan ise bir gün dayısına gittiğinde gördüğü o yaşlı kadındır. Kızı hakkında bir hikaye anlatır. Kızı ölmüştür. Kendisini öldürmüştür. Hikayesi ise neredeyse Neriman'ın hikayesiyle aynıdır. O kız da iki farklı yaşam ve iki farklı kültür arasında bocalamıştır ve sonunda intihar etmiştir. İşte bu hikaye ile Neriman'ın aklındakiler netleşir. İstediği o her şeyden vaz geçer. 

       Kitaptaki önemli bir nokta da ise sanatçı kişiliklerin toplanıp Neriman'ın bu garp heveslerinden kurtarmak için bir toplantı düzenlemesidir. Amaçlarına ulaşmışlar mıdır bilemem. Bunu siz okuyup göreceksiniz. Bu toplantıda önemli bir noktaya değinilir ki bence de gerçekten önemlidir. Batı ve Doğu'nun birbirinden net bir biçimde ayrılamamasıdır. İkisi de birbirinden beslenir. Biri olmadan diğerinin de bir anlamı yoktur. İç içe geçmiş iki çember gibi ne tekdirler ne de bir.

         Bana kalırsa ben bunun dizisini izledim deyip de kitabı okumamazlık etmeyin derim. Çünkü ikisi de bambaşka bir dünya ve bambaşka bir anlam yüklü. İçerikleriyse tamamen farklı. Benim düşüncelerim bunlardı. Gerisi sizin okumanız ya da izlemenizde. 

                                        Tekrardan buluşmak dileğiyle.....

Share
Tweet
Pin
Share
11 Comments

 



İki çocuk… İki farklı yaşam… Birbirinden sadece tellerle ayrılmış iki dünya…

Hepimiz savaş yıllarında Almanya’da Yahudilere yapılan o büyük ırkçılık politikasını mutlaka bir yerde okumuş, izlemiş ya da duymuşuzdur. Sırf farklı bir etnik kökene sahip olduğu için insanlar türlü işkencelere maruz kalmış ve toplumdan ayrıştırılarak farklı yerlere hapsedilmişlerdir. Belgesellerde yaşananlarla ilgili gerçek görüntüler görürüz. Bizi etkiler ya da etkilemez. Ama bu defa olaya çocukların gözünden bakan bir kitapla etkiliyor bizi bu olaylar. Tam da savaşın ortasında bir dostluğun hikâyesi.

 Kitabın ana karakteri olan Buruno (9 yaşında) Berlin’de yaşan bir çocuktur. Mutlu bir çocukluğu vardır her ne kadar ablası ile çok da iyi geçinemese de. Babası bir askerdir. Bu yüzden evlerine sık sık komutanlar, askerler gelip gider. Buruno babasının asker olduğunu bilmektedir ama hangi görevde olduğunu bilmemektedir. Kitabın birçok yerinde de böyledir. Çocuklar olayların dışında tutulmaya çalışılır ya da görmezden gelinirler. O babasını evdeki haliyle tanır. İyi yürekli, şefkatli o muhteşem adam. Gerçekte nasıl bir adam olduğunu kitabın ilerleyen sayfalarında görüyoruz zaten. Babasının görevi nedeniyle Berlin’den taşınırlar ve daha önce adını hiç duymadıkları Out-With adında bir yere gelirler. Asıl çözülme de bu taşınmadır aslında. Evlerine sık sık askerler gelip gitmeye başlar. Evlerinin karşısında ucu gözükmeyen bir tel örgü vardır. Birçok insan yaşamaktadır. Hepsi de çizgili kıyafetler giymektedirler. Baba her gün o tel örgünün diğer tarafına geçer. Buruno ise onu kıskanır. Onun hiç arkadaşı yoktur. Civardaki tek ev kendi evleridir. Günler aylar geçer gider. Bir gün Buruno’nun merakı iyice artar ve tel örgünün diğer tarafını merak eder. Üzerini giyinerek dışarı çıkar ve tel örgü boyunca yürümeye başlar. Sonu görünmeyen bir teldir. Birden karşıdan bir şey yaklaşmaya başlar. Yazar bunu şöyle tarif ediyor:

‘’Önce nokta, sonra benek, sonra damla, sonra şekil, sonra çocuk olan şeyi…’’

Bu gelen çocuğun adı Schumel’dir. Tellerin ardında yaşayan bir çocuktur. İki çocuğun bu tellerin iki tarafındaki karşılaşması ilerde onları dost yapacaktır. Sonunda Buruno kimsenin yaşamadığı bu yerde kendisine bir arkadaş bulmuştur. Devamını kendiniz okuyarak öğrenseniz daha doğru olur.

            Olayları izlerken bir Alman’ın yani Bruno’nun gözünden bakıyoruz. Daha önce Piyanist adlı filmi eğer izlediyseniz orada bir Yahudi’nin gözünden anlatılıyordu olaylar. Evet, bir Alman’ın gözünden anlatılıyor ancak Buruno hala bir çocuk ve pek çok şeyin farkında değil. Aileler çocuklarına durumu açıklamıyorlar. Ülkenin durumunu, Yahudi katliamını ya da savaşı ne evlerinde ne de okullarında anlatıyorlar. Çocuklar yaşadıkları devirden bir haber büyüyorlar. Bunun en büyük göstergesi ise Buruno’nun insanların neden tel örgülerle ayrıldığını ya da neden çizgili kıyafetler giydiklerini bir türlü anlayamamasıdır. Öyle ki babasına oradaki insanların kim olduğunu ve neden tel örgüyle çevrelendiklerini sorduğunda dahi baba şu şekilde cevap verir:

 “O insanlar… Aslında onlar insan değiller Buruno.”

Düşünsenize onlar insan dahi olarak görülmüyorlar. Ne acı!



           Buruno’nun oradaki esir kampından bir arkadaş edindiğinden bahsettik: Schumel. O da yaşananlardan bir haber. Annesi, babası, büyükbabası ortadan kaybolduğunda nerede olduğunu dahi bilmiyor. Aslında olan masum çocuklara oluyor. Her ikisi de kendi masum dünyalarında bir arkadaşlık kuruyorlar. Gerçekte de böyle değil midir? Bir çocuk bir başka çocukla dost olurken onun ne dinine ne etnik kökenine ne de başka bir şeyine dikkat eder. Sadece karşısındakini kendisi gibi görür. İşte Buruno da o arkadaşlarından ayrıldıktan sonraki o boşlukta Schumel ile karşılaşıyor. Günlerce birbirlerine yaşadıklarını anlatıyorlar. Biri her gün sayısız yiyecekler yiyip, rahat yatağında güzel bir uyku çekerek uyurken diğeriyse aç kalıp rahatsız yerlerde bir sürü insanla yan yana uyuyor. Dünyanın adaletsizliği ya da Hitler’in acımasızlığı. Birbirine böylesine zıt yaşam şartlarına sahip iki çocuk aynı paydada buluşuyor işte: Yalnızlık. Bir arkadaş, sohbet edecek bir insan… Her ikisi için de bir nimet. Çünkü Schumel ’in bulunduğu insanlar sadece ölümü bekliyorlar sadece. Sohbet etmenin onlar için bir anlamı yok. Böyle bir ortamda çocuk olmak. Çocukluğunu yaşayamamak. Olanlardan bir habersiz yaşamak ve bir gün kendinden farklı biriyle arkadaşlık kurarak kendini o huzursuz ortamdan kısa bir süre de olsa kurtulmak. Ayrıca kitapta çok güzel bir ayrıntı da vardır. Buruno ve Schumel aynı gün ve aynı tarihte doğmuşlardır. Ama hayatları ne kadar da farklıdır. Her iki çocuk da aynı gün doğmalarına ve birbirlerine bu kadar benzemelerine rağmen neden hayatlarının bir tel örgüyle böyle ayrıldığına anlam veremezler. Ama bu onların birlikte oyun oynamalarına, sohbet etmelerine engel değildir. Hatta kimi zaman Buruno evden yemek alıp getirir Schumel’e. İkisi arasındaki bu sahne beni çok etkiler. Her ne kadar çocuk olsalar da birbirlerinin halinden anlayabilecek olgunluktadırlar ve yemek yerken yüzü gülümseyen Schumel canlanır gözümün önünde. Bir ekmek dahi ne kadar değerli. Biz kıymet bilmez insanlar içinse…

           Günümüzde bir çocuk edebiyatı eseri olarak değerlendirilen bu kitabı çocuklarımıza mutlaka okutmamız gerektiğini düşünüyorum. İnsan hakları, arkadaşlık, barış gibi konuları güzel bir şekilde işleyen bir kitap. Hem yetişkinlere hem de çocuklara sesleniyor kitap. Çocuğunuz kitap okumayı sevmiyorsa bile bir solukta oturup bitirebileceği bir kitap. Eğer hala kitap okumak istemiyorsa açıp filmini de birlikte izleyebilirsiniz. Ayrıca filminde çocuklara zarar verecek ögeler barındırmıyor. Film çekilirken dahi rol oynayan çocuklara zarar vermeden çekilmiş. Her iki eser de birbirinden kıymetli ve anlamlı bana kalırsa. En azından kendinize uygun olan hangisi ise onu okur ya da izlerseniz eminim ki çok önemli şeyler katacak sizlere.

              Tel örgülerin ne fiziken ne de düşüncelerimizde olmadığı bir dünya diliyorum hepinize.




Share
Tweet
Pin
Share
14 Comments





Okumaya verilen önemin dile getirildiği kitaplar her daim ilgimi çekmiştir. Özellikle de bu kitaplarda geçen olaylar ve karakterler de gerçekse o kitabı okumak tadından yenmez.

Bu kez yaptığı işlerle değil Ürgüp’te tüm bir dünyada ses getiren bir adamın öyküsüne bakacağız sizlerle. İsmi Mustafa Güzelgöz.

Mustafa Gözelgöz 1940’lı yıllarda Ürgüp’te yaşamış ve sırf halk okusun ve cahil kalmasın diye eşeklerle köylülere kitaplar taşıyan bir kütüphanecidir. Tabi daha o zaman bir kütüphaneci değil senin benim gibi halktan bir insandır o da. Bizden farkıysa insanların kitap okuması, bilgi sahibi olması, kendini geliştirmesi için durmadan çabalaması. Düşünsenize 1940’lı 50’li yıllar. İnsanlar cahil. Ama sor bakalım neden cahil. O dönemde yaşayan devlet görevlileri halkın okuyup da bilgilenmesine karşı. Çünkü böylesi onların da işine geliyor, kafaları daha rahat. Köy enstitüleri kapatılmış, halk odaları kapatılmış. Kısacası halk nasıl cahil kalır diye uğraşılmış neredeyse. Tabi bir de dinci kesim var. Halkın beynini olmadık şeylerle bulandıran, helali haramı kendisi belirleyen o kesim. Halksa inanıyor bunlara tabi. Okuma bilmez yazma bilmez. İnsanları olmadık olmadık şeylere inandırmak daha kolay.

Sadece bir kütüphaneci değildir Mustafa Güzelgöz. Aynı zamanda ilçede, köylerde futbol takımları kurar. Onları eğitir.  Hatta maçları dahi kazanırlar. Ankara’ya İstanbul’la gider, oradaki hemşerilerine mektuplar yazar. Yardımlar ister. Kendisi için değil sırf halk gelişsin diye. Üst makamlar çıkar. İlçeye köylere kütüphane açmak için elinden geleni yapar. Açar da. Sadece erkeklerin ve çocukların değil kadınların da kütüphaneye gelmesi için çabalar. Belki de beni en çok etkileyen yer burasıdır. Kadına verilen değer. Okusun, yazsın, bilgilensin diye. Kadınlar için kütüphanelere gelsinler diye ayrı gün ayarlar. Kütüphanede sadece kitap değil de farklı işler yapmak için araç gereçler bulur. Dikiş makinaları getirtir. Kumaşını alan kadın da koşar böylece kütüphaneye. Makinalar yetmez. Yetmeyince de sıralar oluşur. Verir sıradaki kadınların eline kitabı. Böylece kadınlar da kitap okumuş olur. Halıcılık kursları başlatır. Yörede yetişen üzümlerden pekmez, şarap yapılsın diye bu işlerle ilgili kitaplar bulur getirtir. Halk kalkınır. Refah seviyesi artar. Kısacası halk gelişsin, kalkınsın, kendi kendine yetebilsin diye elinden ne geliyorsa yapar. Tabi onun bu faaliyetleri kiminin hoşuna gitmez kiminin gider. İnsan bu kendisinin üstünlüğünü kaybedeceği bir şeyi ortadan kaldırmaya bayılır.

Kitap ayrıca birbirine düşman bilinen iki ülkenin o küçücük şehirlerinin birbirlerinin kardeş şehri olmalarına da değiniyor. Bu konuda biraz araştırma yaptım ama net bir bilgi edinemedim maalesef. Ancak ben kitapta geçenden biraz bahsedeceğim. Yunanistan ve Türkiye arasında yıllardır süren bir barış bir savaş durumu var. O dönemler savaş sonrası Anadolu’da yaşayan Rum aileler göç ettirilerek Balkanlardaki ülkelere yerleştirilmişler. İşte kitabın asıl başlangıç yeri burasıdır. Dimitrios aile büyüklerine hem su ve toprak götürmek hem de yaşadıkları yeri Ürgüp’ü görmek için yollara düşer Yunanistan’dan. Ürgüp’e gelir. Ancak Mustafa Amca’nın oğlu Aziz onu çok misafirperver bir şekilde karşılar. Evinde ağırlar. Yemekler yedirir. Dimitrios yörenin yemeklerine bayılır. Özellikle de yoğurt ve pekmeze. Yöredeki köyleri birlikte ziyaret ederler. Öyle ki halk da sever onu. Kendileri gibi görürler. Dimitrios köyü öyle çok sevmiştir ki adeta o da artık bir Ürgüplüdür artık. Refik Başaran adında bir halk ozanı vardır. Mustafa Güzelgöz adeta onun en büyük hayranıdır. Ülkesine dönerken onun türkülerinden götürür. Oradaki herkese sevdirir. Öyle ki Yunanistan’dan gelen o ziyaretçiler Refik Başaran’ın türkülerini seslendirirler en başta da Dimitrios. İki kültür içli dışlı olur. Yeniden barış girer aralarına. İnsan imrenmeden geçemiyor insanlar arasındaki o kardeşliğe.

Kısacası okumak için geç kaldığım bir kitaptı. Ama iyi ki de okumuşum. Belki de kendi memleketim olduğu için bu kadar etkilenmişimdir. Oraların şimdiki ve eski hallerini karşılaştırınca hala aynı olduğunu bilmek ne kadar güzel. Fakir Baykurt’un yazdığı son romanmış benimse ilk okuduğum Fakir Baykurt romanı. Son olmaması dileğiyle. 




 

Share
Tweet
Pin
Share
2 Comments

 


İki dünya… İki farklı insan yaşamı… Farklı düşünce yapıları… İnsanların hiçbir yerde değişmeyen o hayatla mücadeleleri… Ve bunları değiştirecek tek bir adam: Shevek.

Kitapta birbirinin uydusu olarak görülen iki gezegen anlatılıyor. Birbirlerinin uydusu olduklarını da şu cümleden anlıyoruz ‘’Bizim dünyamız onların Ay’ı, bizim Ay’ımız onların dünyası.’’ Bu gezegenlerden birisi Anarres diğeri ise Urras. Urras aslında şu anki dünyaya aşırı benzeyen, devletlerin olduğu, toplumlar arası hiyerarşinin yer aldığı, insanlar arası sınıf farklılıklarının belirgin bir şekilde görüldüğü bir gezegen. A-Io ise bu gezegenin en güçlü devleti. Ama kitapta yaşayan insanların kendi tarih dilimlerine göre Odo adında biri toplumdaki bu anarşist düzene karşı çıkmış ve akım yaratmıştır: Odoculuk. Bu Odo denilen kişinin fikirlerine uyan ve topluluğa isyan eden insanlar Urraslılar ile anlaşmışlar ve Anarres adını verdikleri bir başka gezegene taşınmışlardır. Shevek ise zamanında Anarres’e gelen o topluluğun devamı olan bir soydan gelen bir Anarreslidir. Ve Odoculuk adı verilen akımı sorgulayarak Anarres’ten Urras’a gider. Kitap da zaten Shevek’in yolculuğuyla başlar. Kitabın özeti hakkında bilgi vermem doğru olmaz. Burada sadece kitap hakkındaki düşüncelerimi paylaşmak için yazıyorum.


 Urras’da tamamen mülkiyetçi, devletlere ve sınıflara bölünmüş bir topluluk yaşarken Anarres’te tam tersi insanlar mülküz ve paylaşımcı bir topluluk oluştururlar. Her ne kadar dışarıdan bakıldığında her şey yolundaymış gibi gözükse de sorunlar patlak vermeye başlamıştır.  İnsanlar arasında hiyerarşik bir düzen olmasa dahi bazı bilim insanlarının daha fazla sözünün geçmeye başladığını ve bilimsel araştırmalara kendileri istedikleri gibi yön verdiklerini görüyoruz. Ayrıca toplumda kadınlar ve erkekler arasında belirli yerlerde eşitlikler bulunmakta. Bir kadın da erkek gibi kol gücünde çalışabiliyor. Alanı daha da genişletecek olursak hemen hemen her işi yapabiliyorlar. Sadece daha üst düzey kabul edilen bilim insanlarının aralarında yer alamıyorlar. İnsanlara isimler bir makineler yardımıyla veriliyor ve insanlar arasında akrabalık kavramları çok da belirgin değil hatta neredeyse hiç yok. İnsanlar tek eşliler ve aynı cinsten olan bireyler arasında yaşanan ilişkiler de toplum tarafından garip karşılanmıyor anladığım kadarıyla. Ayrıca burada yaşayan kadınlar ve erkekler evlenme yükümlülüğü olmadan birlikte yaşayabiliyor ve çocuk sahibi olabiliyorlar. Ayrıca gezegende doğum yapan kadınlara farklı hizmetler dahi sunuluyor. Ülkemizde bile daha bunları doğru düzgün göremezken ne acıdır ki bir ütopyada karşımıza çıkıyor.

Anarres genel olarak kurak ve yaşamın daha sıkıntılı olduğu bir gezegen. Gezegende insanlar ve deniz canlıları dışında başka canlılar yok. Urras’tan yanlarına hiçbir şey almadan gelmelerinden olsa gerek. Düşünsenize kedi deseniz insanlar yüzüne bakar kalır öylece? Aslında ne kadar ironik.


Kitapta kadın karakterlerin ön planlarda yer aldığını görürüz. Feminist ögeler gözümüze çapar. Odo’nun kadın olarak verilmesi ise en belirgin örneğidir. Kadınlara hem fikirlerinde hem de yaşamlarında özgürlükler tanınmıştır. Toplumda annelik rolü tam olarak yoktur. Kadınlar istedikleri her işi yapabilirler. İstedikleri yerde yaşayabilirler ve istekleri kişiyle birlikte olabilirler. Gerçek dünyada yaşanan kadın ve erkek arasındaki o dengesizliği ortadan kaldırmak istemiş olabilir.

Kitapta değinmek istediği başka bir nokta ise yazarın beni şaşırtan o engin bilgisi. Kitabı okurken adeta bir fizikçinin kaleminden çıktığını hissettim. Teorik fizik konusunu bu kadar mantıklı ve konuya hakim bir şekilde anlatması beni gerçekten etkiledi. Bir kitap yazarken aynı zamanda farklı alanlar da işin içine girer. Yazar sadece bir yazar değil yerinde göre bir fizikçi, yerine göre bir ressam yerine göre de bir doktor olabilmelidir. 

Shevek’ten kısaca bahsedecek olursak kendisi Anarres’te yaşan bir fizikçidir. Kendi toplumunda kabul ettiremediği fizik alanındaki fikirlerini başka toplumlarla paylaşmak amacıyla Urras’a gider. Çünkü fikirlerinin kendi gezegeninde hiçbir pratik yararı yoktur bazı söz sahibi kişilerce. Kendi fikirlerini yaymak amacıyla bir sendika kurar arkadaşlarıyla. Bu bir tür direniştir toplumun var olan düzenine. Bu direnişin adımlarını Anarres’te tam halini ise Urras’ta gerçekleştirir. Buraya gelmesiyle adeta bir kültür şoku yaşar. İnsanların davranışları, giyinişleri, konuşma şekilleri karşısında kendini oraya ait hissetmemeye başlar. Her ne kadar fikirlerini paylaşmak için gelse de her şeyi sürekli ertelemeye başlar. Bir süre sonra onlar gibi davranmaya başlasa da uyum dahi sağlayamaz. Kendini sorgular, yaşamını sorgular. Dışarıdan bakıldığında harika gözüken o gezegen çürümüş bir kapitalist bir yerden başka bir şey değildir.

Kısacası ne tam olarak Anarres’te ne Urras’ta yaşamak mümkündür. Tamamen doğru bir toplum yapısı yoktur. Ne hepsi tamamen doğru ne de tamamen yanlıştır. En önemlisi insanların birlik içinde, birbirlerine üstünlük kurmadan, aç kalmadan, mutlu ve eşit olduğu bir düzen kurmaktır.

Sizin bu konu hakkındaki fikirleriniz nelerdir? Düşüncelerinizi ve yazım hakkındaki eleştirilerinizi sabırsızlıkla bekliyorum.

 



Share
Tweet
Pin
Share
5 Comments


Geriye sadece Cevdet ve kendisi kalmıştı. Bir an önce ona ulaşmalıydı. Acaba yaşıyor muydu yoksa diğerleri gibi o da çoktan ölmüş müydü? Hızla koşmaya başladı ama adres oldukça uzaktaydı. Yürüyerek gitmeye kalksa bir buçuk saat rahat sürerdi. Taksiye binmek daha mantıklıydı. Ama ilk önce caddeye çıkmalıydı ki bir taksi bulabilsin. Beş dakika sonra caddeye vardı. Hemen oradan geçmekte olan bir taksiyi çevirdi. Adresi adama verdi. Adam yarım saate orada olacaklarını söyledi. Ama daha hızlı gitmeleri gerekiyordu. Taksiciye daha hızlı gitmesini bu konunun kendisi için çok önemli olduğunu söyledi. Çünkü oraya ne kadar hızlı giderse onun için o kadar iyiydi.

Adrese vardıklarında taksiden koşarak indi. Taksiciye parasını vermeyi unutmuştu. Taksici arkasından ne kadar bağırsa da onu duymamıştı. Gözü görmez olmuştu. Aklında sadece tek bir soru vardı: Cevdet iyi miydi? Kapıya vardığında hızlı hızlı yumruklamaya başladı kapıyı. İlk başlarda açan olmamıştı. Belki de korktuğu şey başına gelmişti. Tam kapıya tekrar vurmak için elini kaldırdığında kapıyı açtı Cevdet. Şaşırmıştı. Demek yaşıyordu. O anda birden sarıldı Cevdet’e. Cevdet şaşkın şaşkın bakıyordu. Olanlara bir anlam verememişti. Açıklama yapmasını istedi hemen. Olayları en başından anlatmaya başladı. Alp’in ve Alper’in ölüm haberini gazetede nasıl gördüğünü, Ahmet’in evine gizlice girdiğinde onu nasıl ölü bulduğunu teker teker anlattı. Ama Cevdet pek de şaşırmış gözükmüyordu nedense. Hatta tepki bile vermiyordu. Anlayamadı ne olduğunu. Cevdet onu içeriye davet etti. Geri kalanını içeride konuşmak istiyordu sanırım. İçeriye girdiler beraber. Soldan ikinci kapıdan içeriye dönünce işte o zaman fark etti içeride yalnız olmadıklarını, birisi daha vardı ikisinden başka. Hissedebiliyordu. Arkasından birinin yaklaştığını hissettiği anda döndü birden arkasına. İşte o zaman karısıyla burun buruna geldi. Karısının burada ne işi vardı? Hem Cevdet’i nerden tanıyordu ki? Kafasından o anda bir sürü soru geçti ama hiçbirini cesaret edip de soramadı. Çünkü o an gözü karısının boynundaki gerdanlığa takılmıştı. Mumyanın boynundan çalınan gerdanlıktı bu. Nasıl ona ulaşmıştı ki? Nerden bulmuştu onu? Acaba onun bir mumyanın gerdanlığı olduğundan haberi var mıydı? Bu soruları düşünürken birden gözü karısının eline kaydı. Elinde neden bir silah tutuyordu? Yoksa düşündüğü şey miydi? Yok yok olamazdı. Karısı bir katil miydi? Yok yok yapamazdı karısı böyle bir şey. O bir karıncayı bile incitmeye kıyamazdı. Karısına elindeki silahın nerden geldiğini sordu. O ise hiç istifini bozmadan gidip Cevdet’in yanına oturdu ve onu yanağından öpüp anlatmaya başladı. Karısı bu adamı neden öpmüştü hem de onun karşısında? Neler oluyordu burada. Karısı uzun süredir aralarının ne kadar kötü olduğundan bahsetti. Bıkmıştı artık ondan. Evde boş boş oturmasından ona birazcık olsun yardım etmemesinden bıkmıştı. İşte tem aralarının açılmaya başladığı zamanlar Cevdet’le tanışmıştı. Hayatı güzelleşmişti onunla birden. Daha mutlu olmuştu. O gün ona gelen mektubu telefonuyla çekip Cevdet’e göndermiş, onun da mumyanın açılışında orda olacak kişiler arasında olmasına yardım etmişti. Alp hiç itiraz etmemişti. Sonuçta oradaki bütün hiyeroglifleri okuyacak birine ihtiyacı vardı. Onlar mumyanın başında konuşurken ve mumyayı açarken karısı da oralardaymış. Hatta sigortaları da o attırmış. Cevdet de o ara kolyeyi çalacak fırsatı bulmuş. İşte böyle gerçekleştirmişler hain planlarını.

Alp, Alper ve Ahmet’i öldüren karısıydı. Sırf mumyanın üzerindeki değerli mücevherlerin kendisine kalması için yapmıştı tüm bunları. Mumya umurunda bile değildi. Onun için tek önemli olan şey mücevherlerdi özellikle de gerdanlık. Sırada ise sen varsın dedi ona. Senden de kurtulduktan sonra daha rahat bir yaşam sürebilirim dedi karısı. Ayağa kalktı ve yavaş yavaş yaklaşmaya başladı ona. Sağ elindeki silahı tam göğüs hizasına nişan aldı. Tam tetiğe basmak üzereydi ki birisi daldı içeriye kapıyı kırarak. Gelen taksiciydi. Hala gitmemiş miydi bu adam. Parasını ödenmediği için sinirlenmiş ve gitmemişti. Son çareyi de içeriye dalmakta bulmuştu. Ekmek parası sonuçta. Ama dalmadan önce camın açık olduğu bir pencereden içeride olup biteni dinlemiş ve işin kötüye varacağını düşünerek polise haber vermişti. Az sonra burada olurlardı büyük ihtimal. Onlar gelene kadar oyalamak için içeriye dalmıştı. İçerideki herkes şaşkındı. Bir insan niye böyle bir şey yapardı ki hem de tanımadıkları biri?

Karısı tekrar nişan aldı hiç istifini bozmadan. Tam tetiği çekmek üzereyken polis sirenlerinin sesi duyulmaya başladı sokakta. Polisler de nereden çıkmıştı? Kim aramıştı onları? Kimsenin işini bozmasına izin vermeyecekti. Mutlu olmasına kimse engel olamayacaktı. Tetiğe götürdü parmağını ateş etmek için. Ama o anda polisler daldı içeriye ve kadına silah doğrultup, silahını yere bırakması için uyardılar. Yolun sonuna geldiğini o an fark etti. Hiç böyle hayal etmemişti. Mücevherleri bozdurup zengin olup yeni bir hayata başlayacaktı Cevdet’le. Polisler dört bir tarafını sarmıştı. Diretmenin artık bir manası yoktu. Yavaşça eğilerek sağ tarafındaki halının üzerine bıraktı silahı ve kalkarak ellerini başının üstüne kaldırdı. Polisler gelip hemen kadının ellerini kelepçelediler. Cevdet’i de götürdüler. O an bakakalmıştı. Taksiciye teşekkür mü etsem yoksa özür mü dilesem bilemedi. Utandı biraz da. Hayatını kurtarmıştı bu adam.  Hem de sırf taksi parasını ödemedi diye gitmeyerek. Hemen taksicinin yanına koştu ve özür diledi ondan ve cebinden taksi ücretinin iki katı kadar para çıkarıp vermek istedi ama taksici kabul etmedi. Yol ücretini versen yeter dedi.  Ne garip adamdı doğrusu. Parasını almak için o kadar beklemiş sonra da çıkıp gitmişti.

Evin içerisinde yalnız kalmıştı. Az sonra o da ifade vermek için gidecekti polis merkezine.

Karısının ihanetini düşündü. Hiçbir zaman iyi bir eş olamamıştı bunu kabul ediyordu ama karısının böyle şeyler yapacağını düşünmemişti. Üç kişiyi öldürmüştü sırf para için. İnanmak istemiyordu. Karısı bunu gerçekten yapmış olamazdı. O an bunları düşünürken etrafın aniden nasıl da sessizleştiğini fark etti. Oysa daha birkaç dakika önce ölümle burun burunaydı. Kim inanırdı ki bu anlattıklarına? Gerçekten şaka gibiydi.

Etrafına bakındı daha fazla burada durmasının bir anlamı yoktu artık. Yavaşça yürüdü ve dışarıya çıktı. Derin bir nefes aldı ve kapıyı kapatmadan önce son bir defa içeriye baktı. Sanki karısı her an koşup gelip olanların hiçbirinin gerçek olmadığını söyleyecek gibiydi. Ama artık her şey için çok geçti. Kapıyı yavaşça kapattı. Etrafına bakındı yine. Refleks olmuştu onun için artık bu. Ama aldırmadı. Yavaş yavaş yürümeye başladı gecenin karanlığına doğru. Acaba taksici yakınlarda mıydı diye düşündü içinden. Hoş. Bir daha almazdı ya taksisine.

                                                       👉SON👈

Share
Tweet
Pin
Share
2 Comments

 


2.     Bölüm

 

Alper o sabah yatağından kalkmadan hemen önce gece başında toplandıkları mumyayı    düşünmeden edemedi. Acaba satsa ne kadar para ederdi o mumya? Çok da değerli şeyler vardı üzerinde. Şu Alp de amma saf adamdı. Kim bir mumyayı açmak için uğraşırdı ki? Kendisi olsa kimseye haber vermez, mumyayı da satar zengin olurdu. Ama kendisinin de işine gelmemiş değildi hani. Ne yapsa da mumya kendisine kalsa diye düşünüp duruyordu. Ama işte bilmiyordu ki bunu düşünen sadece kendisi değil.

Ahmet de mumyanın boynundaki değerli taşlardan yapılmış olan o gerdanlığın kimde olduğunu merak ediyordu o sabah kahvaltısının başında çayını yudumlarken. Herkes oradaydı. Kim yapardı ki? Kendisi de yapmak istemişti nedense bir an. Ama biri ondan önce davranmıştı.

O sıralarda Cevdet ise kitaplar arasında kaybolmuş buldu kendini. Bir hiyeroglif vardı lahitin üzerinde ve hepsini okuyamamıştı. O yüzden bir sürü araştırmak yapmak için işe koyulmuştu. Dolayısıyla kolye pek de umrunda değildi. Belki de sadece öyle davranıyordu. Kim bilir?

Kahramanımız o sabah çok yorgun uyandı. Sonuçta öğlene kadar uyumayı planladığı uykusu gecenin bir yarısı beklediği bir anda mahvolmuştu. Yataktan kalktı. Ayaklarını sürükleyerek lavaboya gitti. Aynanın karşısına geçti ve kendine baktı. Yıllar onu pek de yaşlandırmamıştı ama sakalları oldukça uzamıştı ve çok dağınık duruyordu. Sakallarına rağmen 27 yaşında gibi gösteriyordu hala. Gözlerinin altlarının mor olduğunu fark etti. Ayrıca şişmişti de. Yüzünü yıkadı hızlıca. Acaba kahvaltıda ne var diye düşündü hemen. Acıkmıştı. Yüzünü kuruladıktan sonra aşağıya indi. Etrafta kimsecikler yoktu. Karısı işe gitmiş olmalıydı. Sahiden bugün günlerden neydi. Masanın üstüne baktı, takvim 24 mayısı gösteriyordu. O en midesinden bir gurultu yükseldi. Bir an önce bir şeyler yemeliydi. Kendine bir kahve yaptı ve dolapta ne varsa kendine bir kahvaltı hazırladı. Kahvaltısını yaparken bir yandan da gazetesini okumaya başladı. İlk sayfada pek de ilgi çekici bir haber yoktu. Her zamanki şeyler. Ekonomi, siyaset, eğitim…bir sayfa daha çevirdi ve işte o an gözüne bir şey takıldı. Fotoğraftaki adam tanıdık geliyordu. Fotoğraftaki adam daha gece konuştuğu, sohbet ettiği, beraber mumyayı incelediği eski dostu Alp’ti. Gözlerine inanamadı. Bu doğru olamazdı. Gözünü kapattı birkaç saniye sonra yavaşça geri açtı. Yetmedi kolunu çimdikledi. Ama fotoğraf hala oradaydı işte. Oradan bakıyordu ona. Haberi okumaya başladı. Haberin başlığı şöyleydi: Ünlü Arkeolog Alp Tezcan bugün sabah saatlerinde evinde ölü olarak bulundu. Haberin devamını hızla okudu.

‘’Ünlü arkeolog Alp Tezcan bugün sabahın erken saatlerinde evinde göğsünden vurulmuş olarak bulundu. Yapılan tüm müdahalelere rağmen Tezcan kurtarılamadı. Sağlık ekipleri zaten çok kan kaybettiğini onlar geldiğinde çoktan son nefesini vermek üzere olduğunu belirtti. Polis soruşturmaya başladı. Tezcan’ın kim ya da kimler tarafından öldürüldüğü henüz bilinmiyor. Olay yeri inceleme ekipleri ilk incelemeyi yaptılar. Tezcan’ın ölüm nedeni yapılan otopsiden sonra kesinlik kazanacak.’’

Haberi tekrar tekrar okudu. Yetmedi emin olmak için Alp’i aradı. Ama telefon çalmasına rağmen açan olmadı. Gidip kendi gözüyle görmeliydi. Yukarıya koşarak çıktı ve dolapta ne bulduysa üzerine geçirip kendini sokağa attı. İnanamıyordu resmen. Tamam uzun süre görüşmemişlerdi bu kadar tepki göstermesi normal olmayabilirdi ama sonuçta kaç yıllık arkadaşıydı.         

Alp’in evine vardığında kapıda sarı şerit üzerine yazılmış girilmez yazısını gördü. Demek ki haber gerçekti. Kapıya yaklaşmaya başladı yavaşça. Tam sağ elini kapı koluna uzatmıştı ki bir polis memuru onu durdurdu. Buraya giremeyeceğini orasının olay mahali olduğunu söyledi. Kendisinin kim olduğunu ve burada ne işi olduğunu sordu. Hemen kendini tanıttı. Alp’in eski bir arkadaşı olduğunu söyledi. Polis memuru onunla birlikte gelmesini istedi. Ona çeşitli sorular sormak istiyordu.

İfadesini verirken oldukça endişeliydi. Bu polis memurunun dikkatinden kaçmamıştı. Göz ucuyla onu izliyordu. Dün gece yaptıkları şeyler ortaya çıkmalı mıydı? Ne kadarını anlatmalıydı polis memuruna? Acaba yaptıkları şeyler yasal mıydı? Ya diğerleriyle ifadesi çelişirseydi? Sonuçta birbirlerini ilk defa görmüşlerdi. Kimin ne kadarını anlatacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. Neyse ki verdiği cevaplarda sesi tedirgin edici bir şekilde çıkmamıştı ve polis memuru hiçbir şeyi çakmamıştı. Polis memuru ona bir şey göstereceğini, bu göstereceği şeyi daha önce görüp görmediğini sordu. Alp’in yanında bir adet taş bulunmuştu. Polis memuru taşı getirdiğinde hayretler içerisinde kaldı. Bu dün gece kaybolan gerdanlığın bir taşıydı. Ama asıl soru oraya nasıl gelmişti? Polise dün geçen olayları anlatmalıydı. Belki de katili bulmaları için bir ipucu bulmalarına yardım ederdi. Sonuçta arkadaşı öldürülmüştü, kendisi de hiç beklemediği bir anda bir kurşuna kurban gidebilirdi.

Polise olup biteni anlatıp evinin yolunu tuttuğu sırada yalnız olmadığını hissediyordu. Etrafı kolaçan ederek gidiyordu. Arkasında birinin varlığını hissetti. Birden arkasını döndü. Sanki birisi onu takip ediyormuş gibi bir hisse kapıldı. Ama etrafta kimsecikler yoktu. Sadece rüzgârda yapraklarının çıkardığı hışırtıyla sallanan ağaçlar vardı. Belki de sadece hayal görmüştü. Ceketini düzeltti ve önüne dönüp yürümeye devam etti.

Eve geldiğinde karısı hala gelmemişti. Demek ki daha işleri bitmemişti. Başı bayağı dolu olmalıydı. Yoksa çoktan bu saate gelmiş olurdu. Karısı çalışırken kendisinin çalışmaması çok hoş bir durum değildi. Sonuçta tüm yükü onun omuzlarına bırakmamalıydı. En azından evdeki işlere yardım edebiliyordu. Bu da hiç yoktan iyiydi.

Yukarı çıktı. Üzerini değiştirdi ve daha rahat şeyler giydi. Aşağıya mutfağa inip kendisine sert bir kahve yapıp koltuğa gömüldü. Belki bu kahve biraz olsun uykusunun açılmasına yardımcı olabilirdi. Gazete hala masada duruyordu. Sanki Alp oradan kendisine bakıyordu katilimi bu dercesine. Kahvesini yudumlarken aklına birden mumya geldi. Mumyaya ne olmuştu acaba? İşte bunu hiç düşünmemişti şimdiye kadar. O böyle mumyayı düşünürken işte o anda karısı geldi içeriye. Çok bitkin görünüyordu. Bugün çok iş vardı demek ki başında. Duş alıp hemen uyuyacağını söyledi ve iyi geceler diyerek yukarıya çıktı. Acaba gazetedeki haberi görmüş müydü? Yoksa görmemiş miydi? Büyük ihtimalle görmemişti çalışmaktan. Anlatıp anlatmamak konusunda kararsız kaldı. Karısı zaten yorulmuştu. Bir de bunları anlatıp onun kafasını daha da yormamalıydı.

Karısı uyuduğu için doğal olarak akşam evde yemek yapan olmamıştı. Kendisi de hiç beceremezdi zaten. Sanırım yine dışarıdan bir şeyler sipariş etmek zorunda kalacaktı. Dışardan yemeyi hiç sevmezdi. Aslında iştahı da yoktu. Sırf bir şeyler yemek için yemek yiyecekti. Alp’in ölümü onu derinden sarsmıştı. En iyisi uyumak diye düşündü. Belki de uyuyunca her şey geçerdi. Yukarıya çıktığında karısının uyumamış olduğunu gördü. Yatağa gömülmüş kitap okuyordu. Acaba ne zamandır bu kitabı okuyordu hiç bilmiyordu. İşte o an son günlerde karısıyla arasının çok da iyi olmadığını fark etti. Acaba ne kadar süredir böyleydiler? Hiç bilmiyordu. Sessizce terliklerini çıkarıp karısının yanına uzandı. Onu rahatsız etmek istemiyordu. Başını yastığa koyup gözlerini yavaşça kapattı. O günü düşünmemeye çalışarak derin bir uykuya daldı.

Ertesi sabah gözlerini açmakta yine zorlandı. Erken bir saatte uyumuştu. Başı çatlarcasına ağrıyordu. Başını zor bela kaldırabildi yastıktan. Yan tarafında bir boşluk olduğunu fark etti. Karısı işe gitmişti sanırım. Saat kaçtı acaba? Sol eliyle komodinin üstünü yokladı. Saat eline geldi.  Göz hizasına kaldırıp baktı saate. Saat onu çoktan geçmişti. Yavaşça kalktı yatağından. Etrafına bakındı. Acaba terlikleri neredeydi? Etrafta terliklerini ararken terliklerinin giysi dolabının orda olduğunu fark etti. Acaba terlikleri oraya nasıl gitmişti. Terliklerini giydi yavaşça. Lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı ve aşağıya indi. Her zamanki gibi kendisine sert bir kahve yaptı ve gazetesini eline alıp okumaya başladı. Üçüncü sayfaya geldiğinde ise duraksadı. Tanıdık bir yüz vardı sayfada. Sanırım bu geçen gece gördüğü adamlardan biriydi. Haberi okumaya başladı hızlıca. İsmi Alper’di. Bugün sabahın erken saatlerinde evinde silahla vurularak öldürülmüştü. Söylenenlere göre yanında delil olarak küçük bir taş bulmuşlardı.  Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan bir adammış yazılanlara göre. Aklına bir soru takıldı. Acaba bu ölüm haberinin Alp’in ölümüyle bir ilgisi var mıydı? Olaylar aynıydı. Her ikisi de silahla göğsünden vurulmuştu.  Her ikisinin de yanında birer tane değerli olduğu düşünülen taşlar bulunmuştu.  Üstelik bu değerli taşlar, o gece mumyanın boynundan çalınan gerdanlığa aitti.

İşin aslını öğrenmek için olay yerine gitmeyi düşündü ama dikkat çekebilirdi. Ayrıca adresi de bilmiyordu zaten. Acaba adresi nereden öğrenebilirdi? Adamı daha ilk defa o gece görmüştü. Bir daha görüşmeyiz diye de birebir tanışma gereği duymamıştı. Polis merkezine gitse durumu izah etse öğrenebilir miydi acaba? Yok yok olmazdı. O zaman kesin kendisinden şüphelenirlerdi. En iyisi susmak ve bu işi kendi başına halletmekti. Ama ya sıra kendisine geliyorsa? En iyisi geriye kalan iki kişiyi de bulup bu konu hakkında olan bitenleri onlara anlatmaktı. Sonuçta onlar da tehlikede olabilirlerdi. Peki nasıl ulaşacaktı onlara? İsimlerini bile bilmiyordu. Alp illa ki yazmıştır bir yerlere diye düşündü. En iyisi Alp’in evine gizlice girip evi aramaktı. Belki oradan adreslere ulaşabilirdi.

O gün akşamı bekledi eve girmek için. Akşam olunca elinde bir maymuncukla pencere kenarlarını zorlamaya başladı. Sıkışmıştı sanırım. Bayağı uğraşması gerekiyordu. Pencereyi açmaya çalışırken bir yandan da ara ara etrafı kolaçan ediyordu. Sonra birden pencere büyük bir gürültü çıkararak açıldı. Korkmuştu. Etrafına bakınmaya başladı. Acaba bu sesi duyan birileri olmuş muydu? Etrafını hızlıca kolaçan etti. Kimsecikler yoktu ortalıkta. Derin bir nefes aldı. İyi ki kimse duymamıştı. Bir de onlarla uğraşmak istemiyordu. Sağ ayağını pencereden içeriye atarak içeri girdi hızlıca. Pencereyi de arkasından kapattı fark edilmemek için. İçerisi oldukça karanlıktı ve ölüm sessizliği halimdi eve. Işıkları açamazdı. O yüzden evden getirdiği mini boy el fenerini çıkarıp yaktı. Küçük bir şeydi ama işini görürdü.

Etraf oldukça dağınıktı. Hemen ufak ufak aramaya başladı etrafı. Kitapların arasına baktı, defterlerin sayfalarını karıştırdı ama en ufak bir ipucuna rastlamadı. Alt kata bakmaya karar verdi bir de. Orada gizli bir odası vardı. Sadece ikisi biliyordu. Mumyayı da oraya koymuştu büyük ihtimalle. Kapı nasıl açılıyordu ki? Etrafına bakınırken işte o an hatırladı. Duvardaki Van Gogh tablosunun altında bir düğme vardı. Tabloyu hafifçe kaldırdı. Duvarı eliyle yoklayarak düğmeyi buldu ve bastı. Duvar yavaşça hareket ederek iki kişinin geçebileceği kadar açıldı. Kapıdan süzülerek geçti. Etrafta hiç ışık yoktu yine. El fenerini gezdirmeye başladı yavaşça. Evet işte mumya oradaydı. El fenerinin cılız ışığı mumyanın yüzüne düşüyordu. Ama bir değişiklik vardı sanki. Dikkatlice bakınca mumyanın üzerindeki bütün değerli mücevherlerin yok olduğunu fark etti. Hepsi gitmişti. Kim ya da kimler çalmıştı onları? Demek burayı bilen başkaları da vardı. Etrafına iyice bakınmaya devam etti. İşte o anda mumyanın yanında küçük bir defter gözüne ilişti. İçini açtığında birkaç telefon numarası ve adresle karşılaştı. Kendi ismi de vardı bunların arasında. İşte diğerlerinin numaraları da buradaydı. Diğer iki kişinin isimleri Ahmet ve Cevdet’ti. Telefon numaraları vardı. Acaba arasa mıydı? Yok yok telefonla anlatılacak bir konu değildi bu. Defteri aldı ve adresleri bulmak için geldiği pencereden çıkarak karanlıkta kayboldu.

İlk adres bulunduğu yerden beş sokak ötedeydi. Yürüyerek gidecekti. Arabası vardı ama genelde karısı işe gitmek için kullanırdı. Hızlı hızlı yürümeye başladı. Oraya ne kadar hızlı giderse belki de olacakları o kadar çabuk engellerdi. Bir anda koşmaya başladı. Ya çoktan Ahmet de diğerleri gibi öldüyse. Ya orda katille karşılaşırsa. İşte burasını hiç düşünmemişti. Ama ne olursa olsun gitmeliydi Ahmet’in evine. Beş sokak sonra adresi çıkardı cebinden. Bulmak hiç de zor olmamıştı. Çünkü mahallede hemen göze batıyordu o kadar büyük binalar arasında. Tek katlı, duvarları gri renkte, iki küçük penceresiyle oldukça küçük bir evdi.  Bahçe kapısını yavaşça itti. Büyük bir gıcırtıyla açıldı. Sanırım uzun süredir yağlanmamıştı. İçeriye girince aynı gıcırtıyla geri kapattı kapıyı. Evin kapısına geldi. Üç kez vurdu kapıya ama açan olmadı. Uyuyor olmalıydı. Vakit çoktan gece yarısını geçmişti. Kapıyı tekrar tekrar çaldı ama yine de açan olmadı. Bu işte bir terslik vardı. İyice meraklanmıştı. Cebindeki maymuncuğu çıkararak kapıyı zorlamaya başladı. Birkaç defa denedikten sonra kapıyı açmayı başardı. Ama içeride hiç ışık yoktu. Ahmet’e seslendi birkaç defa ama içeriden herhangi bir yanıt alamadı. İyice endişelenmeye başlamıştı. Yavaş yavaş ilerledi dar ve uzun koridorda. Biraz ilerledikten sonra sağdaki ilk odadan ışık geldiğini fark etti. Yavaşça yaklaşıp odanın içine baktı. Ahmet televizyonun karşısındaki koltukta oturmuş at yarışı izliyordu. Tam ‘’Ahmet sana kaç defa seslendim bana neden cevap vermiyorsun’’ diyecekti ki işte o anda bir terslik olduğunu anladı. Yavaştan yaklaştı Ahmet’in yanına. Ahmet’ten hala bir tepki yoktu. Yanına tamamen yaklaştığında fark etti Ahmet’in o bembeyaz olan gözlerini. Ölmüştü. Çığlık atmamak için kendini zor tuttu. Birisi onu göğsünden vurmuştu. Çok acı çekmemişti sanırım. Çünkü vurulduğu gibi aynı pozisyonda kalmıştı. Kim yaptıysa temiz iş yapmıştı. O an gözüne parlayan bir şey çarptı Ahmet’in yanında. Dikkatlice baktığında bunun bir tür taş olduğunu fark etti. Bir yerden tanıdık geliyordu am nerden. Tabi ya Alp ve Alper’in yanında da buna benzer taşlar bulunmuştu.

Yetişememişti. Kurtarabilirdi onu ama yapamamıştı. O an bir şey unuttuğunu fark etti. Katil hala evin içinde olabilirdi. Eline masanın üzerinde duran boş vazoyu aldı ve evi kolaçan etmeye başladı. Zaten topu topu iki odası vardı. Kapı arkalarına, dolapların içine, kısaca her yere baktı ama evin içinde başka kimse yoktu. Oradan bir an önce çıkması gerekiyordu. Yoksa polisler sabah geldiğinde onu suçlu bulabilirlerdi.

Alel acele kapıya koştu. Parmak izi kalmış mıydı acaba herhangi bir yerde? Tabi ya taşa dokunmuştu. Hemen içeriye geri dönüp taşı ceketinin koluyla sildi ve bulduğu yere geri koydu. Sonra ardına bile bakmadan oradan uzaklaştı.

 

Share
Tweet
Pin
Share
6 Comments
Newer Posts
Older Posts

İzleyiciler

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Hakkımda

Merhaba! Bloğuma hoş geldiniz ben Gizem. Türkçe Öğretmeniyim. Bu blogda izlediğim animelerin, dizilerin, filmlerin ve okuduğum kitap ve dergilerin incelemelerini paylaşacağım. Şimdiden keyifli okumalar.

Kategoriler

  • Anime (2)
  • Blogger Kitap Kulübü (1)
  • Blogları Canlandırma Projesi (5)
  • Film İncelemesi (6)
  • Kitap İncelemesi (25)
  • Okuduklarım (7)
  • Çocuk Kitapları (7)
  • Öykü (3)

Blog Arşivi

  • Temmuz 2023 (1)
  • Ocak 2023 (2)
  • Aralık 2022 (1)
  • Ekim 2022 (1)
  • Eylül 2022 (1)
  • Ağustos 2022 (4)
  • Temmuz 2022 (1)
  • Eylül 2021 (1)
  • Ağustos 2021 (6)
  • Temmuz 2021 (7)
  • Haziran 2021 (5)
  • Mayıs 2021 (11)
  • Nisan 2021 (7)
  • Mart 2021 (6)

Created with by ThemeXpose