Powered By Blogger

Okuyan Koala 🐨

 


1.     Bölüm

 

Önceki akşamki içki aleminde içkiyi biraz fazla kaçırmıştım sanırım. Başım fena halde çatlıyor, gözlerimi bir saniyeliğine bile açamayacak kadar uykulu hissediyordum kendimi. Bu yüzden gece dışarıya çıkıp orda burada gezmek yerine, birkaç lokma bir şeyler atıştırıp hemen uykuya dalmayı düşünüyordum.

            Kars gravyerine bayılırım. Bir oturuşta yarım kilodan fazla yenmesini pek tavsiye etmiyorlar ama gel de kendine söz geçir. Kimi zaman bire de hiç karşı çıkmıyorum. Bazen ikiyi, hatta üçü bile yemeye kalkışmadım değil. Karım ise daha fazla olduğunu düşünüyor hep. Soyut olarak böyle gözükse de somut olarak pek de mümkün değil. Öyle sade sade yemek olmak olmaz. Yanında mutlaka kırmızı şarapla içeceksin.

            Böylesine sade bir yemeği bitirdikten sonra, pijamamı giyindim, ertesine gün öğleye kadar uyuma düşüncesiyle başımı kuş tüyü yastığa koydum ve derhal derin bir uykuya daldım.

            Ama insanın bu tür istekleri ne zaman gerçekleşmiştir ki? Evin ahşap kapısının tokmağının sabırsızlıkla vurulması yüzünden uykumdan sıçrayarak uyandım. Kimdi bu saatte gelen? Ne istiyordu? Az daha yavaş vuramaz mıydı şu kapıyı? Ben daha gözlerimi açmaya çalışırken karım elinde bir notla yanıma geldi. Not eski dostum Alp’ten geliyordu. Demek ki az önce kapıyı öylesine hızlı vuran oydu. Notu karımdan alıp okumaya başladım. Üzerinde şunlar yazılıydı:

            Eski dostum bu notu alınca hemen yanıma gelmeni istiyorum. Hani sana hep bir mumyadan bahsederdim. İşte o mumyayı sonunda inceleyebileceğiz. Ne muhteşem bir şey değil mi? Üstelik sargıları bile açılmamış. Tertemiz bizi bekliyor. Senin de bu muhteşem olayı kaçırmak istemeyeceğini düşündüğüm için bu notu bırakıyorum sana. Bu gece saat birde bana gel. Eski dostun ALP.

            İlk başlarda pek ilgimi çekmedi bu olay. Ama notu tekrar tekrar okudukça ne kadar muhteşem bir olaya şahitlik edeceğim kafama dank etti birden. Böyle bir olayı kim bilir bir daha ne zaman görecektim. Belki ki hiç göremeyecektim. Hemen yatağımdan fırladım. Dolabımda ne bulduysam üzerime geçirdim. Kimse mumya varken benim üzerimdekilere dikkat etmezdi zaten. Karıma geç gelebileceğimi ve beni beklemeyip uyumasını söyledikten sonra Alp’in evine gitmek için hızla yola koyuldum.

            Oraya ulaştığımda benden başka dört kişi beni bekliyordu. Ne zannetmiştim ki sadece bana mı söyleyeceğini. Mumyanın içinde bulunduğu tabutu büyük bir yemek masasının üzerine koymuşlardı. Nerden bulmuşlardı acaba böyle bir masayı? Anladığım kadarıyla beni bekliyorlarmış. Benim de geldiğimi görünce mumyanın tepesine leş kargaları gibi üşüştüler hemen.

            Bu mumya, Yukarı Nil kesiminde bulunan, M.Ö. 3500 yılına ait, henüz hiçbir insan elinin dahi değmediği Mısır’ın ücra bir köşesindeki küçük bir piramitten çıkarılmıştı. Henüz bulunduğu yerden çıkarılması ise daha birkaç yıl öncesine dayanıyordu. Bu küçük piramit bulunan diğer piramitler kadar ilgi çekici olmasa da içinde incelenecek bir sürü hazine taşıyordu. Bizim mumyanın bulunduğu kurgan ise söylenenlere göre piramitin diğer odalarına göre daha sadeymiş. Acaba bunu ölen kişi kendisi mi istemişti? Yoksa işlediği bir günahtan dolayı mı böyle yapılmıştı?

            Bu M.Ö. 3500 yılına ait olan mumya, ünlü arkeolog Mesut Aktaç’ ın bulduğu konumda bırakılmıştı. Yani mumyanın lahitinin kapağına bile el sürülmemişti. O kadar yıl boyunca müzeyi ziyarete gelen insanlar sadece bu lahiti görmüş ama içindekini de hep merak etmişti. Bu aslında bizim işimize geliyordu. Sonuçta elimizde henüz sırları çözülmemiş ve yağmalanmamış bir mumya duruyordu ki bu çok rastlanan bir durum değildi. Gerçekten heyecan verici bir olaydı.

            Masaya yaklaştığım an, lahitin ne kadar da büyük olduğunu fark ettim. Sanırım boyu 2.5 metre, eni ise 1.5. metreydi. Lahit demek de pek doğru değil aslında. Dikdörtgen bir kutuya benziyor sadece.

Kapağı açmak için yeltendiğimizde ne kadar da ağır olduğunu fark ettik. Beş kişi tüm gücümüzü kullanarak ittirmeye başladık. Zor da olsa kapağı açmayı başarabildik. Lahitin kapağını ittirdiğimizde içerisinde çeşitli resimler ve yazılar olduğunu fark ettik. Aramızda bunu okuyabilecek kimse var mıydı acaba? Sonuçta Alp hariç hepsi hayatında ilk defa gördüğü insanlardı. Ben böyle düşünmeye devam ederken o sırada içimizden biri öne atıldı ve yavaşça okumaya başladı. Adamın iyi bildiği bir dildi anlaşılan. Adam okumayı bitirip bize bu yazıların Zuluca adlı bir dile ait olduğunu ve neler yazdığını açıkladı. Yazılarda bu lahitin içinde yatan kişinin çok büyük bir günah işlediği ve cezalandırmak amacıyla onu diri diri mumyaladıkları yazıyordu.

Hepimiz tedirgin olmuştuk ama yine de merakımıza yenik düşüp incelemeye devam ettik. İç içe birkaç kutudan oluşuyordu lahitin geri kalanı. İlk iki kutunun arasında az bir boşluk bulunuyordu ve bu boşluğu reçine ile doldurmuşlardı. Bu ikisini açtıktan sonra karşılarına bir üçüncü çıktı. Bu iki sandık ise birbirinin içine tam uyum sağlamıştı. Aralarında hiç boşluk yoktu.

Son sandığı açtığımızda karşımıza alçıyla kaplanmış bir mumya çıktı. Alçının üzerinde yine çeşitli türlerde yazılar ve resimler vardı. Sanırım ölen kişinin hangi günahı işlediğini anlatan resimlerdi bunlar.

Mumyanın boynunu hafif bir şekilde sıyırdığımızda boynunda birçok değerli taşlardan yapılmış büyük bir gerdanlıkla karşılaştık. Aramızdan birisi bu kolyeyi mumyanın boynundan çıkarmaya çalıştı. Ama onu hemen engelledik. Çünkü lahitin üzerinde yazanlara kulak asmalıydık. Büyük bir günah işlemişti. Lanetli olabilirdi. Bu riski alamazdık.

Alçıyı soyup mumyanın üzerinden çıkardığımızda etin çok iyi bir şekilde korunduğunu gördük. Ama dikkatle incelediğimizde vücudunda hiçbir kesik izine rastlamadık. Sanırım canlı canlı mumyalandığı için olmalıydı. Aramızdaki herkes deneyimli kimselerdi ama kimse daha önce böyle bir olayla karşılaşmamıştı. Saat de epey geç olmuştu zaten. Bu konu hakkında yarın düşünürdük. Şimdi hepimiz evine gitse daha iyiydi.

Tam oradan ayrılmak üzereydik ki adının Alper olduğunu öğrendiğim birisi volta pili yardımıyla mumyanın içinin nasıl göründüğünü merak ettiğini söyledi. Beş altı bin yıllık mumyaya elektrik verecektik. Şaka gibiydi. İçlerinde sadece bu fikri ben mi saçma bulmuştum acaba sadece. Belki de ben bu konu hakkında yeterince bilgi sahibi değildim. Çünkü ekibin geri kalan üyeleri bunun çok mantıklı olduğunu düşündüler. Birisi doktorun çalışma odasına gidip birkaç tane pil getirdi. Birkaç defa denedikten sonra başardık ama aniden elektrikler gitti. Sigorta mı atmıştı acaba? Birisi eline küçük bir el feneri alarak bakmak için gitti. Kısa bir süre sonra elektirler geldi. Gerçekten de sigorta atmıştı. Etrafta bir eksiklik vardı sanki. Etrafı incelediğimizde mumyanın boynundaki o büyük gerdanlığın orada olmadığını fark ettik. Herkes birbirine bakıp kimin aldığını soruyordu. Ama dediklerine göre kimse almamıştı. İşte o zaman anladım bu işin sonunun hiç de iyi bir yere varmayacağını.

 

 

Share
Tweet
Pin
Share
1 Comments


 

1.     Çatıdaki Pencere/Jose Saramago

Tür: Roman

Puan: 5/5

Kitap 1952 Lizbon’unda, her bölümde farklı bir daire olmak üzere sıradan bir apartman sakinlerinin yaşamına konuk ediyor bizleri. Bu ortalama yaşam süren insanların mutlulukları, mutsuzlukları, yaşam içindeki telaşları, kavgaları, arzuları, sevmeleri ya da sevilmemeleri, en bazen en dibi görmeleri bazense en küçük bir umut kırıntısıyla yaşama tutunmalarını anlatıyor. Yazarın dili o kadar açık ve okurken sizi o kadar güzel bir şekilde içine çekiyor ki kitabı elinizden bile bırakamıyorsunuz. Kitabı okurken sanki siz de o apartmanda yaşayan bir insan olduğunuzu hayal ediyorsunuz. Onların sevinçlerini, üzüntülerini paylaşıyorsunuz. Kitap bittikten sonra ise sanki kendinizden bir parça kaybetmiş gibi hissediyorsunuz. Eğer Jose Saramago ’nun henüz bir kitabını okumadıysanız başlangıç için güzel bir kitap olabilir.

 

2.     Deneyim Şarkıları/William Blake

Tür: Şiir

Puan: 3,5/5

İngiliz edebiyatınıza ilginiz varsa dikkatinizi çekecek türde bir kitap. Yazarın Masumiyet Şarkıları ve Deneyim Şarkıları adında iki şiir kitabı var. İlk kitabı daha çok çocukluk yıllarıyla ilgili olsa da ikinci kitabında bu çocukluk yılları ruhundan çıkıp o masumluğun yıkılışını anlatır bizlere. Yazar bir ressam olduğu için şiirlerinin yanında resimlere de yer vermiş. Şiirleri kısa ve kafiyeli. Ayrıca şiirlerinde bol bol din adamlarına ve kiliseye atıflarda bulunmuş. Dilini o koda seveceksiniz ki okurken sıkılmayacaksınız.

 

3.     Nietzsche Ağladığında/Irvin D. Yalom

Tür: Roman

Puan: 5/5

Ünlü filozof Nietzsche’nin hayatından kesitler sunan bu kitap kurmaca ve gerçek olayların birleşimiyle oluşturulmuş bir romandır. Bir nevi biyografi görevi görür bize. Zaten yazar kitabın son sayfalarında her şeyi ayrıntılarıyla açıklar bizlere. Hem ünlü filozofun yaşamına tanıklık etmemizi sağlıyor hem de o dönemin ünlü simalarına da hikâyenin içine dahil ederek bize farklı bakış açıları sunuyor. Romanın başlıca teması olan ‘’ümitsizlik ‘’ etrafında her şey şekilleniyor. Ve böylece ünlü filozofun felsefi düşüncelerine doğru uzanan bir yol sunuyor bizlere. Kitapla hem ünlü filozofu yakından tanıyıp hem de onun düşüncelerine uzanan yeni adımlar atıyoruz.

4.     Hızlandıkça Azalıyorum/Kjersti Skomsvold

Tür: Roman

Puan: 4/5

Yalnız bir kadının kitabı. Kendini toplumda kabul ettirmeyi geçtim kendini bile kabul edemeyen bir insan. Sevse dahi sevilmeyen. Hayatta belli bir amacı olmayan. Yok olsa dahi hiç kimsenin fark etmeyeceği biri. Öyle ki okuldayken listede adı bulunmazmış ve onun farkına kimse varmazmış. Bir onu okulun bahçesinde yıldırım çarptığında dahi kimse ona bir şey sormamış bile. Farklı ülkelerin edebiyatlarına ilgi duyuyorsanız bu yazara da bir bakmanızı öneririm. Yazarın okuduğum ilk kitabı. Jaguar Yayınlarından çıkıyor (Ayrıca bu yayın evinden çıkan birbirinden harika kitaplar var. Mutlaka göz atın.).

 

Share
Tweet
Pin
Share
4 Comments


    Etrafımızda olan olaylara dikkat etmeden geçiyor ömrümüz. Öylesine yaşıyoruz çoğu zaman. Bir kitabı okurken bile öylesine okuyoruz. Amaçsız. Biz o an dikkat etmesek bile etrafımızda bin türlü şey dönüyor. O  an bir insan yalnızlık çekiyor olabilir, Köpeğini kaybetmiş olabilir belki de ölümün kıyısındadır kim bilir. Oysa biz öylesine yaşarken neler oluyormuş etrafımızda değil mi?

        Yalnız bir kadının kitabı. Kendini toplumda kabul ettirmeyi geçtim kendini bile kabul edemeyen bir insan. Sevse dahi sevilmeyen. Hayatta belli bir amacı olmayan. Yok olsa dahi hiç kimsenin fark etmeyeceği biri. Öyle ki okuldayken listede adı bulunmazmış ve onun farkına dahi kimse fark etmezmiş. Bir onu okulun bahçesinde yıldırım çarptığında dahi kimse ona bir şey sormamış bile. Tek soran kişi ise ilerde kocası olacak o çocukmuş Daha insanları tanımadan kendisine ilk ilgi gösteren o kişiye aşık olmuş. Sonrası ise monoton hayat. Doğru mu gerçekten bu? Bu tür insanlar var etrafımızda. Karşılarına çıkan ilk insanla evlenen. Mutlular mı? Yoksa mutluymuş gibi mi yapıyorlar? Aradaki istisnaları saymıyorum. 

       İnsanlar arasında bile yalnız hissetmek kendini. Hepimizin arasında olan insanları görmezden gelmek. Kaç insan böyle bir köşede ölüp gidiyor. Fark edilmeden. Üstelik fark edilme çabalarına rağmen. Tanımak istesek ne kadar da basit her şey. Belki aynı şarkılardan hoşlanıyoruz, aynı şeyler hakkında fikir yürütüyoruz. Ama yok o orda kalsın ben burada. Böylesi ikimiz için de daha kolay diyoruz.

      Mathea gerçekten çok ince bir kadın. Sık sık çocukluğundan, geçmiş yıllardan bahsediyor bize. Her yaşın ona getirdiği yalnızlıktan. Kocasına bir tek sana bana yetersin diyor. Bir tek onun yetmediğini bilerek. Herkesten kaçıp tek bir insana sığınmak. Daha kolay geliyor belki de bize tek birine bağlanmak. Öyle ki yaptığı  kurabiyeleri komşularına vermek istese aralarına giremediği için veremiyor, onlara perde arkasından bakıyor, merdivenlerde gürültülerini duysa hemen evde yokmuş gibi davranıyor, onlarla aynı gün alışverişe dahi çıkmıyor. Zaten insanlar onu görmüyorken kendini daha da soyutlamanın ne anlamı var ki? Biraz da çabalamak istemiyor sanırım. Yalnız öleceğini düşünüyor ve bir zaman kapsülü yapıyor kendine. Evin hemen yanına gömüyor. İçine kendi cenaze mektubunu dahi yazıyor. Onun için bunu kimsenin yapmayacağına dahi emin. Belki  de yaşlılığın getirdiği o değişik ruh hali de hakimdir üstüne. Ama bana kendini bilerek yalnızlaştırdığını hissettirdi.

     Son olarak kitabın adından bahsedecek olursam kitabın isminde derin anlamlar yüklü. Yaşımız ilerledikçe bizden bir şeyler götürüyor her yıl. Her geçen saniye bir parçamız eksiliyor bizden. Mathea'nın da dişleri gibi. Öyle ki korkuyoruz yılların geçmesinden. Belki de bizi ölüme bir adım daha yaklaştırmasından. Kısacası benim için anlamlı bir kitaptı. Okurken kendimi buldum Mathea'da. Bazen ben de yalnız ölüp gideceğimi düşürüm. Kim bilir belki de öyledir.

Share
Tweet
Pin
Share
6 Comments

 


       Hepimizin hayatını merak ettiğimiz ünlü yazarlar, şairler, düşünürler, filozoflar vb. vardır. Hayatlarını çeşitli sitelerden araştırır ya da onların biyografilerinin yer aldığı kitaplar okuruz. Çoğu zaman sıkıcıdır. Saf bilgi verir. Hayatlarını tek düze bir şekilde anlatır. Bir bakmışsın doğmuş bir bakmışsın ölmüştür. Bu yüzden biyografi ve kurgunun iç içe olduğu kitaplar daha ilgi çekici gelir bize. O hem bilimsel hem de magazinsel tadı almak isteriz okurken. Hem bize bilgi verirken hem de merakımızı diri tutmasını bekleriz. İşte bu yönü bolca bulabileceğiniz bir kitap Nietzsche Ağladığında. Kitapta yer alan karakterler ve olaylar her ne kadar gerçeklik taşısa da olayların arasına serpiştirilmiş olan o kurgusallık sizi rahatlıkla içine çekiyor.

Kitapta yer alan kişiler günlük hayatta adını sıkça duyduğumuz insanlar. Bunlardan ikisi Joseph Breuer ve Sigmund Freud. Breuer ve Freud 1880 yıllarda yaşamış iki dosttur. Hem Breuer hem de Freud her ikisi de psikanaliz ile uğraşmış bilim insanlarıdır. Tabi Freud o zamanlar daha genç ve daha çalışmalarıyla dünyaca tanınmış bir bilim insanı olmamıştır. Hatta kitapta şöyle bir konuşma geçer:

-"İleride yazacağın kitaplar için sana da bir raf ayırayım mı Sig?"

  -"Keşke! Ama önümüzdeki on yıl içinde böyle bir şey söz konusu değil. Düşünmek için bile zamanım yok...Hayır, yazmayı değil ama, bu kitapları okumayı düşünüyordum. Ah, şu entelektüellerin üç milimetrelik iris aralığından beynin içine tüm bu bilgileri aktarmak için sarf ettikleri bitip tükenmeyen çabalar."

 Diğer bir ise Nietzsche'dir. Öyle ki asıl kahramandır. Her olay ya onunla başlar ya da onunla biter. Diğer karakterler ile aynı yıllar aralığında yaşamıştır ancak bilinmez onlarla arasında bir bağ olup olmadığı. İşte kitapta kurgu olan yerlerden birisi burasıdır. Nietzsche’nin ümitsizliği ana konudur kitapta. Ana konunun yanında etnik köken, özgürlük, toplum içindeki yalnızlık, kendi içindeki yalnızlık gibi konular da ele alınır. Nietzsche’nin içindeki bu ümitsizliğin nedeni olan kadın ve erkek yani Lou Salome ve Paul Ree de o dönemin ünlü bilim insanlarıdır. Lou Salome psikiyatrist ve yazardır. Paul Ree ise alan yazar ve filozoftur. Aynı zamanda Nietzsche’nin gerçekte hayatta da dostudur. Tüm bu karakterlerin aynı dönemden seçilmiş ve birbiriyle uzaktan ya da yakından da olsa ilişkilerinin bulunması gerçekten ilginçtir. Ayrıca yazar kitabı yazarken bu bilim insanları üzerine yoğun araştırmalar yapmıştır ki her bir karakteri bize böyle sanki gerçekmiş gibi yansıtabilsin. Ayrıca bu kitabın bazı yönlerini anlayabilmek için küçük de olsa bir araştırma yapılması taraftarıyım.

       Kitaptaki zaman ile ilgili net bir tarih verilmek gerekirse 1882 yılında geçiyor. O dönemin şartlarına baktığımız zaman da büyük bir etnik köken sınıflandırması görmekteyiz. Toplumda kast sistemi gibi kesin bir ayrım bulunmamakta ancak yine de bir sınıflandırma mevcut: Yahudi olanlar ve Yahudi olmayanlar. Eğer Yahudi olarak doğduysan hayata bir sıfır geride başlıyorsun. Hayatın hiçbir yerinde bir diğer insanlarla eşitliğin bulunmuyor. Ta ki kendine varlıklı bir eş bulana kadar. Bu eş senin toplum içinde yer edinebilmen bir çıkış kapısı işlevi görüyor. Paran varsa söz sahibi oluyorsun her yerde. Yapmak istediğin meslekte birden söz sahibi oluyorsun. Bu da bir yere kadar. Etnik kimliğin önüne burada da çıkıyor. Zeki olman önemli değil ya da insanlığa yararlı olup olmaman. Önemli olan paran olup olmadığı ve Yahudi olup olmadığın. Bir insanı daha o doğmadan sahip olduğu şeyler nedeniyle toplumdan ayrıştırmak ne kadar doğru?

       Kitapta değinilen bir başka nokta da ‘’özgürlük’’ konusu hakkında. İnsan seçimlerinde özgür müdür? Özgür irademizle yaptığımızı düşündüğümüz seçimleri yaparken gerçekten özgür müydük? Yoksa bir olaylar silsilesine mi bağlıydı her şey? Yaptığımız her seçim bir öncekinin sonucudur. Birbirine bir zincirin halkaları gibi bağlıdırlar. Önceki sonrakini etkiler. Bu yüzden gerçekten bir özgür iradeden bahsetmek saçma bence. Josef Breuer yaşamı boyunca çevresindeki insanların seçimleriyle var olmuş bir şahıs. Bu seçimleri kimi zaman babası kimi zaman karısı kimi zaman da çocukları etkilemiş. Ve yaşadığı hayatın aslında kendine ait olmadığını geç de olsa fark etmiş. Kendi seçimleri için yaşamak. Kendisi için yaşamak. Sonuç iyi olmuş ya da kötü olmuş umursamadan sadece kendi iradesiyle seçimler yapmak. Kapana kısılma duygusu. Bir güvercin misali. Nasıl bir güvercinin nerede, nasıl, ne şartlarda yaşayacağı onu esir edenin elindeyse Josef de aynı bir kafes içerinde sanki. Ama en azından kendi seçimlerini yapabilme hakkına sahip. Dönemin şartlarında kadınlar ve erkekler arasında böyle bir fark var işte. Kadın evleneceği insanı seçemez, eğitim göremez, kendini geliştiremez sadece ev ve çocuklar için vardır diyen bir anlayış hâkim. Josef’in kendisi için yaptığı seçimler bir kadın olarak eşini ne kadar etkiler? Kitapta şöyle bir söz geçiyor:

‘’Ya kadının? Ya kadının anlamı, kadının özgürlüğü?’’

Zaman değişiyor ama konular hep aynı.

        Değinmek istediğim son bir nokta daha var. Oda kitabın adının neden ‘’Nietzsche Ağladığında’’ olduğu. (Bu bölüm biraz spoiler olabilir. Şimdiden söylemeliyim.) Kitabın sonlarına doğru Nietzsche ve Breuer bir kliniğin 13 numaralı odasında kadınlar konuşuyorlar ve birden Nietzsche durup dururken ağlamaya başlıyor. Doktor Breuer ağlamasının nedenini ona sorduğunda duygularını ve düşüncelerini daha önce böyle bir başkasına anlatmadığını söylüyor. Sanki üzerinden bir yük kalkmış gibi hissediyor. Kitap boyunca ne gülen ne ağlayan daima katı biri olarak tasvir edilen Nietzsche bir yerden sonra duygularını saklayamaz hale geliyor. Belki de bu kadar duygulanmasının asıl nedeni karşısında onu gerçekten dinleyen bir insanla karşılamamış olmasındandır. Belki de bu yüzden değerinin o öldükten sonra anlaşılacağını durmadan dile getiriyordu. Kim bilir?

Kitaptan Bazı Alıntılar:

·         Benim ‘biz’ haline gelebilmem için önce ‘ben’ olmam gerek.

·        İnsan dostunu, düşmanından daha zor affediyor.

·        Hayat, doğru cevapları olmayan bir sınav.

·       Kendinden hiç hoşnut olmayan pek çok insan gördüm; bunlar önce başkalarının kendileri hakkında iyi düşünmelerini sağlamaya çalışırlar. Bunu başarınca da bu sefer kendileri de kendileri hakkında iyi düşünmeye başlarlar. Ama bu sahte bir çözümdür; bu başkalarının otoritesi altına girmeyi kabullenmektir. Size düşen ödev kendinizi kabullenmenizde, benim sizi kabullenmemin yollarını aramak değil.


Share
Tweet
Pin
Share
4 Comments

    Bir bina… Komşular…Kadınlar, erkekler, çocuklar, genç kızlar ve erkekler…Hepsinin birbirinden kopuk yaşamı aslında hiç farkında olmadıkları kadar birbirine bağlı.

   Jose Saramago bu kitabı yazarken ne düşünüp de yazdı merak ediyorum. Sanki günümüz insanını anlatıyor. Belki de o zamanlarda başlamıştır insanlar içindeki bu ayrım. Karşı cinsten değil de kendi cinsinden hoşlanmanın yanlışlığı, bir hayat kadını olmanın çevredeki insanların gözündeki yeri, sevmeden evlenmenin hayatı alt üst eden halleri, yaşam amacını bulamama, bir kadın üstünde otorite kurmanın erkek tarafından rahatlamayla karşılanması ve daha niceleri. Hepsi bir ayrım, bir dışlama, bir kendini üstün görme göstergesi.

Çatıdaki Pencere bir dönem romanı ya da politik bir roman değil de kişilerin romanıdır. Birçok bölümlerden oluşur ve her bir bölümde de bir başkasının hayatına penceren bakmamızı sağlar. O penceren baktığınızda kimi zaman güçlü bir kadın, kimi zaman hayatın anlamını üzerinde düşünen bir ayakkabıcı, kimi zaman da bir otorite görüyorsunuz. Hepsinin içini sıkan şeyler var. Hayatlarından memnun olmadıkları şeyler. Herkes kendi halinde yaşıyor ve sözde komşuluk ilişkileri kuruyorlar. Herkes her şeyin farkında ama kimse kimseye bir söylemeyi düşünmüyor. Onlar böyle devam ederken ayakkabı tamircisi Syvester’in evine Abel adlı bir genç adam taşınıyor. Bence olayların asıl kilit noktası burası. Abel bu binaya geldikten sonra herkesin yaşamında ufak tefek değişiklikler oluyor. Kimsenin en ufak bir sohbette bulunmadığı bir yabancı nasıl oluyor da birden bu kadar bir değişime sebep oluyor? Belki de insanların içindeki bazı duyguların ve düşüncelerin ortaya çıkması için sadece bir sebep olmuştur. Kitabın içeriği hakkında daha fazla söylemek istiyorum ama bu spoiler olur ve bu da birçok insanın bu kitabı okumasını engelleyebilir ki ben bunu hiç istemem. Bir kitabın içeriği hakkında bana bir şey anlatılması hoşuma gitmez hiçbir zaman. Bu yüzden kendi kendi duygu ve düşüncelerimi aktarmak benim için daha değerli. Sonuçta herkes bir kitabın özetini yapabilir ama herkes bir kitap hakkında yorumda bulunamaz.

İçimizde hala bir Saramago kitabı okumayan insanlar varsa bu kitapla başlamalarını tavsiye edebilirim. Benim en beğendiğim kitaplar arasına girdi bile. Her ne kadar kitabın başları biraz insana sıkıcı gelse de sayfaları çevirdikçe kitap sizi içine çekiyor. Her dairedeki insanın yaşamı hakkında yeni şeyler öğreniyor ve her satırda kendinizden bir şey buluyorsunuz. Ve bence bir kitapta kendinden bir şeyler bulmak gerçekten değerli. Lafı daha fazla uzatmadan sizi kitaplarınızla baş başa bırakıyorum. Hepinize keyifli okumalar sevgili okuyucuları…

Puan: 5/5 💥💥💥💥💥

(Şunu da unutmadan belirtiyim. Yakın bir zamanda kitabın filminin de olduğunu keşfettim. Bence kitabı okuduktan sonra bir bakın derim.) 👽

Share
Tweet
Pin
Share
5 Comments
Merhabalar kitapların ıssız bucaksız evreninde kaybolan ve kaybolmak için sabırsızlanan herkese...

Hayatımızda her gün yeni şeylerle karşılaşıyoruz. Her gün birbirinden farklı insanlarla tanışıyoruz. Hepsi bizde iyi veya kötü bir iz bırakıyor. Kitaplar da böyledir. Her gün bir yenisiyle tanışırız. Yeni bir tanesiyle tanışmasak bile bir tanesi bile bize farklı yönlerini gösterir her okumamızda. İşte bu şekilde yola çıktım. Evet kendim bir öğretmen olarak ve en önemlisi bir insan olarak her gün yeni bir şeyler öğrenmeliyim, farklı fikirler edinmeliyim. Peki ama neden bu okuduklarımı kendime saklayım ki? Paylaşmak varken neden bencil olayım? Bu blog sayfasında kendimiz olacağız. Bazen zevklerimiz uyacak bazen de ters düşeceğiz. Ama en önemlisi ortak bir noktada buluşacağız: kitap okumak. Ben bu yolculuğa çoktan başladım. Siz de katılmaya ne dersiniz?  

   

Share
Tweet
Pin
Share
5 Comments
Newer Posts

İzleyiciler

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Hakkımda

Merhaba! Bloğuma hoş geldiniz ben Gizem. Türkçe Öğretmeniyim. Bu blogda izlediğim animelerin, dizilerin, filmlerin ve okuduğum kitap ve dergilerin incelemelerini paylaşacağım. Şimdiden keyifli okumalar.

Kategoriler

  • Anime (2)
  • Blogger Kitap Kulübü (1)
  • Blogları Canlandırma Projesi (5)
  • Film İncelemesi (6)
  • Kitap İncelemesi (25)
  • Okuduklarım (7)
  • Çocuk Kitapları (7)
  • Öykü (3)

Blog Arşivi

  • Temmuz 2023 (1)
  • Ocak 2023 (2)
  • Aralık 2022 (1)
  • Ekim 2022 (1)
  • Eylül 2022 (1)
  • Ağustos 2022 (4)
  • Temmuz 2022 (1)
  • Eylül 2021 (1)
  • Ağustos 2021 (6)
  • Temmuz 2021 (7)
  • Haziran 2021 (5)
  • Mayıs 2021 (11)
  • Nisan 2021 (7)
  • Mart 2021 (6)

Created with by ThemeXpose