Powered By Blogger

Okuyan Koala 🐨

 



Film: Sil Baştan (Eternal Sunshine of the Spotless Mind)

Yönetmen: Michel Gondry

Tür: Drama, Romantik

Süre: 1 saat 47 dakika

Oyuncular: Jim Carrey, Kate Winslet, Gerry Robert Byrne, Elijah Wood, Thomas Jay Ryan, Mark Ruffalo, Jane Adams, David Cross, Kirsten Dunst, Tom Wilkinson, Ryan Whitney, Debbon Ayer, Amir Ali Said, Brian Price, Paulie Litt

Herkese merhaba. Bugün bir film incelemesi ile birlikteyiz. Blogları Canlandırma Projesi kapsamında her ay bir tema belirleyip o tema ile ilgili, kitap okuyoruz, film ya da dizi izliyoruz. Temaya uygun seçtiğimiz fil, kitap ya da dizi ile ilgili yazılar yazıp bloğumuzda paylaşıyoruz. Mayıs ayının teması ise aşk ve sevgiydi. Bu tema için de bir türlü izleme fırsatı bulamadığım, hep ertelediğim bir filmi izlemek istedim ‘’Sil Baştan’’.  Sil Baştan, 2004 yılında Oscar kazanmış bir Michel Gondry filmidir. Filmin adı Alexander Pope’un yazdığı Eloise to Abelard adlı şiirin bir bölümünden gelir. Filmin konusundan kısaca bahsedecek olursak: Clementine ve Joel adlı iki ana karakterimiz var. Clementine ve Joel bir kumsalda tanışırlar. Birbirlerinden oldukça farklıdırlar. Clementine dışa dönük ve iç güdülerini sonuna kadar izleyen ve anın tadını çıkarmayı seven kadındır. Joel ise sabit bir işi olan, monoton bir hayata olan, içine kapalı ve daha çok mantığı ile hareket eden bir adamdır. Onların birbirleri ile tanışmaları sonrası hayatları değişir. Bir süre sonra birbirlerini değiştirmeye başlarlar. Birbirlerinin kötü yönleri daha sık göze batar. İşte o noktadan sonra Clementine’nin bir kliniğe gidip hafızasındaki Joel ile olan anılarını sildirmesi ile işler değişir. Düşünsenize sevdiğiniz kadın ya da adamın karşısındasınız ve o size kimsiniz diyor. Tamamen unutulmuş her şey. Sanki hiç yaşanmamış gibi.


Filmin ayrıntısına daha fazla inersem spoiler vermiş olurum. Bu yüzden filmle ilgili baştan sona benim araştırmalarım ve düşüncelerimle sizi baş başa bırakıyorum.

İlk dikkat çeken nokta Clementine’nin film boyunca değişen saç renkleri. Filmin başında yeşil olan saçları sırasıyla, kırmızı, turuncu ve en son da maviye dönüşüyor. Okuduklarıma göre bu saç renklerindeki değişimler Clementine’nin duygularındaki değişimleri yansıtıyormuş. Filmin izlerken dikkat ederseniz bunu gerçekten görebiliyorsunuz. İlk başlardaki yeşil renk ilişkilerinin yeni ve daha taze olduğunu, kırmızı sevgilerinin sıcaklığını gösterir. Bu sevginin giderek solmasıyla turuncu renge dönüşür saç rengi. Son olarak ise daha soğuk bir renk olan mavi karşılar bizi. Bir ilişkide aşama aşama neler yaşandığının en somut göstergesidir saçlar.

 Bizi biz yapan başkalarıyla geçirdiğimiz o özel anlardır. Her an bize bir şeyler katar. Belki iyi belki kötü. Ama bizi meydana getirir her şey. Kişiliğimizi. Hafızamızı sildirmekse hem başkalarıyla yaşadığımız anları silerken hem de bizden bir şeyler götürür. Clementine hafızasını sildirdikten bir süre sonra kendindeki eksikliğin farkına varır. Bir boşluğa düşer. Ve orda kaybolur. Kendindeki farklılığın farkına varır. Çözemez de ne olduğunu. Tamamen boşluk. Çok farklı bir teknoloji. Beynimize girip istedikleri anıyı beynimizden silmeleri. Belki de bundan birkaç yıl sonra bu da olacak. Siz olsanız yapar mıydınız? Biriyle ilgili tüm anıları beyninizden atmak ister miydiniz?

Bazı insanlar en aşkı en dipte yaşar bazıları ize fazla yükseklerde. Bu yüzdendir belki de ilişkilerde anlaşamamazlık. Karşı tarafla uyuşamama. Film boyunca iki zıt karakter var. İkisi de aşkı farklı ve kendilerince yaşıyorlar. Biri çılgın biri ise durgun. Aynı fikirlere ya da enerjiye sahip olsalardı yürür müydü bu sevgi? Farklı olmalarının bir önemi var mı. Karşındaki ile her ne kadar farklı olsan da ortak paydada buluşabilirsin. Karakterinizin farklı olması sizin birbirinizi sevemeyeceğiniz anlamına gelmez. Sevgi her şeyi aşar. Sevgi iyi gelir. Bazen de gelmez. Kafa karışıklığı ile yazıyorum bu yazıyı aslında. Karşımdaki insanın sevisinden emin olmayarak.

Şunu belirtmek isterim ki bu bildiğiniz o aşk filmleri gibi değil. Filmin her sahnesini izlerken hem repliğini dinlerken özen göstermelisiniz. Niye mi? Çünkü zaman geçişleri filmde çok fazla. Bir anda geçmişe gidip bir anda geleceğe gelip daha sonra bebekliğe kadar uzanan bir yolculuğun içerisinde bulabiliyorsunuz kendinizi. Ayrıca öyle sizi aştan da soğutacak vıcık vıcık bir ilişki de yok. Tam tersine gerçek sevginin nasıl olması gerektiğine değiniyor daha çok. Birini koşulsuz sevmeyi ve insanların birbirlerinden farklı yaratıldığını bu yüzden birbirimizi farklılıklarımızla sevmemiz gerektiğine değiniyor. Ben filmi izlerken çokça duygulandım. Sanırım içinde bulunduğum ruh halinden olsa gerek. Ama mantıklı tarafımı da ortaya çıkardı bir yandan. Büyük dersler aldım kendimce. Bana çok şey kattı diyebilirim. Eğer siz de hem ruhunuza hem de aklınıza dokunan bir aşk hikayesi arıyorsanız aradığınızı buldunuz demektir. Filmi izlemişseniz aşağıda yorumlarda düşüncelerinizi bekliyorum. Aşkla kalın…



Share
Tweet
Pin
Share
18 Comments


 

            Kitabın Adı: Kitaplardan Korkan Çocuk

            Kitabın Yazarı: Susanna Tamaro

            Sayfa Sayısı: 48 sayfa

            Sınıf Düzeyi: 2, 3 ve 4. Sınıf

     Çocuğa Kazandıracakları: Farklı Düşünme, İletişim Okul Yaşamı, Olumlu ve Olumsuz Davranışlar

 Merhaba bugün bir çocuk kitabıyla geldim. Küçük Leopoldo'nun dünyasını ziyaret etmeye hazır mısınız? Ben çoktan ziyaret ettim ve özellikle ilkokul döneminde olan 2, 3 ve 4. sınıf öğrencileri için harika bir kitap olduğunu düşünüyorum. Özellikle de okumayı artık öğrenmiş ve kitaplara yöneltilmesi gereken o mini mini ikilerin okuması gerektiğini düşünüyorum. Hazır okumayı öğrenmişken kitap sevgisini de aşılayacak bir kitap hiç de fena olmaz hani. Elbette çocukların daha önceleri kitaplarla tanıştırılması gerektiğini düşünüyorum. Ama maalesef pek de mümkün değil. Bunu başaramasak bile ne kadar erken onları kitaplara yöneltirsek o kadar iyi olacağını düşünüyorum.



Kitabın içeriği hakkında kısaca söz edecek olursak: Leopoldo 8 yaşında üçüncü sınıf öğrencisidir.  Koşmayı çok sever. Koşmaya her ne kadar vakti olmasa da farklı yerlerde koşmak istemektedir. Zaten kitabın başında da doğum gününde ailesinin ona spor ayakkabısı alacağını düşünerek heyecanlanır. Böylece istediği gibi koşabilecektir. Ailesi ise diğer ailelerden farklıdır. Çocuğunun isteklerini dikkate almazlar. Tüm gün evde kitap okurlar. Ki Leopoldo diğer arkadaşlarının ailelerine özenmektedir.

“Pek çok sınıf arkadaşı hafta sonları anne babasıyla kırlara gidiyordu, ama o hiç gitmemişti. Annesi de babası da kent dışına çıkmayı sevmiyorlardı. Annesi farelerden ve örümceklerden korkardı, babası da öyle tembeldi ki bütün boş zamanlarını evde kitap okuyarak geçirmeyi yeğliyordu.” (s.8)

Sekizinci yaş doğum gününde ise ailesi ona bir çift spor ayakkabı yerine kitap almışlardır. Bana göre Leopoldo için sınır noktası budur. İşte o anlardan itibaren kitaplardan nefret etmeye başlar. Anne ve babası bu durumu anlamayacak kadar kördürler. Zaten ilgisiz bir ebeveyn olduklarını da belirtmiştim.

“Sekiz yıl birlikte yaşadıktan sonra annesiyle babasının oğullarının kitaplarla hiç ilgilenmediklerini anlamamış olmaları ona olanaksız görünüyordu. Onlar kitap seviyor olabilirlerdi, tamam ama bu nedenle oğullarının da kitaplara bayılması gerekmiyordu ki! Kara lekelerle dolu beyaz kâğıtlara bakar bakmaz, sanki atlıkarıncaya binmiş gibi başı dönmeye başlıyordu.” ( s.10)

İşte o atlıkarıncaya binmiş gibi başının dönmesini de ileriki sayfalarda öğreniyoruz. Okursanız öğrenirsiniz. Çünkü bu bir sır.

Leopoldo’nun bu kitaplara olan nefreti ve korkusu onu farklı maceralara yöneltir. Hem onun yukarıda bahsettiğimiz baş dönmesinin nedenini öğrenir hem de kendisine yeni bir arkadaş edinir. Kitabın devamında neler olduğunu merak ediyorsanız da etmiyorsanız da okumanızı tavsiye ederim. 



Şimdi de biraz kitabın genel içeriği hakkında biraz konuşalım. Kitabın ilkokul düzeyindeki öğrencilerin okumaları için uygun olduğu söyledim ki gerek dil ve anlatımı gerekse kişiler arası diyaloglar gayet açık ve anlaşılır şekilde yazılmış. Ayrıca kitapta birçok resim de var. Bir kitaptaki resim ve yazı oranı çocuğun o kitaba yönelip yönelmeyeceğini de gösterir. Bence bu kitabı bir çocuk okurken sıkılmadan ve merak ederek okuyacaktır.

Aile ile çocuk arasındaki iletişimin ne kadar önemli olduğunu gözler önüne seriyor. Leopoldo’nun anne ve babasının ona karşı ilgisizliği onun hem bir rahatsızlığı olduğunu görmelerini engelliyor hem de çocukları ile aralarındaki iletişimin kopmalarına neden oluyor. Kitabı her şeyin önüne koyup çocuğu bir robotmuş gibi düşünerek istediklerini yaptırmaya çalışıyorlar. İşin üzücü tarafı ise daha oyun çağında olan bir çocuğun oyun oynaması gerekirken türlü baskılarla oyundan uzaklaştırılması.

Kitapta bir de arkadaş edindiğinden bahsettim. Asıl kilit nokta bana kalırsa bu arkadaştır. Leopoldo’nun kitaplara olan nefretinin sevgiye dönüştürülmesinde ve ailenin çocuğa karşı olan ilgisizliğinin ilgiye dönüşmesinde büyük bir rol oynar. Öyle ki onun yarım kalmış bir kitabı vardır. Leopoldo o kitabı onun için okuyabileceğini söylediğinde her şey fark edilir. Leopoldo için bir dönüm noktası. Ayrıca da bir ders niteliğinde. Bazı şeylerin kaybedilmeden yapılması gerektiği ile ilgili özellikle de.




Share
Tweet
Pin
Share
2 Comments


Kitap Adı: Karısını Şapka Sanan Adam

Kitabın Yazarı: Oliver Sacks

Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Tür: Yaşantı

Karısını Şapka Sanan Adam isimli kitap nörolojist Oliver Sacks’ın ona gelen bazı danışanlarını anlattığı bir yaşantı kitabıdır. İçerisinde birbirinden farkı 24 vakadan bahseder. Bu vakalar arasında da çeşitli doktorların kendinden önce ya da kendinden sonra yayınladığı vaka ile ilgili farklı vakalara da yer vererek sık sık atıflarda bulunur. Kitabın dili genel itibari ile tıp terimleri ile doludur. Bir nörolog bu kitabı okuduğunda tamamen anlayabilir. Ancak normal bir insanın seviyesinin üzerinde bir kitap. Buna rağmen okununca da tamamen anlanmayacak bir kitap da değil. Okurken her vaka sizi derinden etkileyebiliyor. Bu halimize şükretmek ile ilgili değil. Daha çok nörolojik sıkıntıları olan insanların evrenine adım attığınız için şaşırıyorsunuz ve bu yüzden etkileniyorsunuz. Okurken bir yandan da geçmişten günümüze insanların belirli bir engeli olan insanlara tavrının da değişmediğini de gözlemleyebiliyoruz. Bir hastaya geri zekalı dendiğine dahi şahit oluyoruz. Oysa ki onlar da bizimle aynı. Sadece belirli yerlerde ayrılıyoruz o kadar. Kendimize benzemeyen birini dışlamak ve geri zekalı demek niye?

Kitapta birbirinden farklı 24 danışanın hikayesinden bahsedildiğini söyledim. Aşağıda içlerinden beni etkileyen bazı vakalar ile ilgili kısa açıklamalarda bulundum. Eğer diğerlerini de merak ediyorsanız okumanızı tavsiye ederim.

 

1.      Karısını Şapka Sanan Adam

      Dr. P. Adında bir adam ile ilgilidir bu vaka. Üniversitede müzik profesörüdür. Beyninin görme bölümünde bir ur vardır ve bu ur nedeniyle de görsel muhakeme yeteneğinde sıkıntılar vardır. Çevresindeki insanları seslerinden ya da vücutlarında öne çıkan belli başlı hareketlerden ve vücutlarındaki beli başlı şekillerden tanıyabiliyordu. Beden imgesi yerine beden müziği vardı. Müzik ona iyi geliyordu. Görmede oluşan o eksikliği bir bakıma müzikle telafi ediyordu. Gözleriyle birlikte de kavramlar hakkındaki fikirlerinde de bir azalma olmaya başlamıştı. İşte bu sebeple karısı ile birlikte doktora gelirler.

 

2.      Bedenini Yitirmiş Hanımefendi

27 yaşında Christina adında hokeyde ve binicilikte yetenekli, zihinsel ve bedensel olarak sağlıklı bir kadın hakkındadır bu vaka. İki çocuğu vardır ve evden bilgisayar programcısı olarak çalışmaktadır. Dolu dolu bir hayatı vardır. Safra kesesinin alınması gerekiyordu. O ameliyattan bir gün önce gördüğü rüyaysa tüm hayatını değiştirdi. O sabah uyandıktan sonra bedenini hissedememeye başladı ve bedeninin kontrolünü sanki kaybetmiş gibiydi. Bedenle ilgili duyum üç şekilde sağlanırdı. Bunlar: görme, denge organları ve özduyumdu. Normalde bu üçü bir arada çalışmaktaydı. İşte Christina’nın sorunu da burada başlıyordu. Özduyumunu yitirmişti.

3.      Tikli Ray

Ray, Tourette Sendromu adı verilen bir hastalığa sahiptir. Bu hastalığın özellikleri sinirsel enerjinin aşırılığı, garip hareket ve eğilimlerin artması, tikler, kendine özgü konuşma şekilleri ve ani hızlı davranışlardır. Tourette hastalığı çok nadir olan bir hastalık olarak bilinse de aslında toplumda yaygındır. Ray doktora geldiğinde 24 yaşındadır ve 4 yaşından beridir de bu hastalığa sahiptir. Yani yaşamının neredeyse tamamını bu hastalıkla geçirmiştir. Ancak artık yaşıyla birlikte ona yüklenen sorumluluklar ve yaşamını devam ettirmesi ile ilgili sorunlar yaşamaya başlamıştır. Doktora da bu nedenle gelir.

4.      Hatıra

Bu vaka bilinmeyen bir nedenle kulakları sağır olan ve diğer organlarının sağlığı yerinde olan yaşlılar evinde kalan Bayan O. C. hakkındadır. Bir gece rüyasında çocukluğunun geçtiği yerleri görmesiyle başlar her şey. Ettikleri dansları söyledikleri şarkıları görür rüyasında. Uyandığında ise rüyasında duyduğu müzikler arka planda hala devam etmektedir. Bunun radyodan gelebileceğini düşündü. Ama hangi radyo sadece onun bildiği ve çocukluğundan kalan şarkıları çalardı ki?

5.      Hindistan’a Geçit

      19 yaşında beyninde tümör bulunan P. Bhagawhandi isimli Hintli bir kızdan bahsedilmektedir. Yedi yaşındayken beyninde tümör çıkmış daha sonra da tekrar sağlığına kavuşmuştu. Ancak tümör o on sekiz yaşındayken tekrar kendini göstermişti. Ameliyatla alınması imkansızdı. Vücudunun sol tarafında hissizlik vardı ve nöbetler geçiriyordu. Hayattan zevk alıp yaşamaya önem gösteriyordu ve daima mutluydu. Kısa süreli belirsiz uyku durumu vardı. Bu uyku durumunda Hindistan’daki evlerin, bahçelerin, o uçsuz bucaksız ufukların görüntülerini görüyordu. Ancak zamanla bu uykulu durumunda engellenemez bir artış yaşanmaya başladı.

6.      Ayaklı Ansiklopedi

      61 yaşında Parkinson hastası olan Martin A. adında bir adam ile ilgilidir bu vaka. Bebekliğinde ciddi bir menenjit geçirmiş ve onda kalıcı bir iz bırakmıştı. Çok az okula gitmiş ve müzik eğitimi almıştı. Babası zaten bir müzisyendi. Geçirdiği o hastalıktan ona harika bir hafıza kalmıştı. Şaşılacak bir müzik belleği bulunmaktaydı. Bütün izlediği operaların her ince detayını dahi hatırlıyordu. Bu yüzden ona ‘’ayaklı ansiklopedi’’ denmeye başlandı. Her ne kadar hastalığından ona böyle bir güzel bir hediye kalsa da elbette hastalığının olumsuz yanları da bulunmaktaydı.

 


 

Share
Tweet
Pin
Share
1 Comments

 




Kitap Adı: Puslu Kıtalar Atlası

Kitabın Yazarı: İhsan Oktay Anar

Yayınevi: İletişim Yayınları

Tür: Fantastik Kurgu

 

‘’Düşünüyorum, öyleyse varım.’’

Descartes’in ‘’Düşünüyorum, öyleyse varım.’’ sözü bir kitap olsa işte tam da bu kitap olurdu. Tüm kitap bu söz üzerine kurulmuş adeta. Zaten kitabı okurken de sık sık düşünme eylemi gerçekleştiriyorsunuz. Hatta hayal gücünüzün sınırlarını sonuna kadar zorluyor düşündürterek.

Öncelikle kitaptan kısaca bahsedip daha sonra kitap hakkındaki düşüncelerimden bahsetmek istiyorum. Romanın merkezinde gerçek dünyada maceralar yaşayabilecek kadar cesur olmayan, içtiği yeşil şurubu ile uzun rüyalar gören ve bunları atlas adını verdiği ilerde de adının Puslu Kıtalar Atlası olduğunu öğrendiğimiz kitaba yazan Uzun İhsan Efendi ile oğlu Bünyamin’in yaşadıkları yer alır. Bu iki karakter üzerinde gerçekleşen olaylar derinleştikçe neyin gerçek neyin hayal olduğunu kestirmek zorlaşır git gide. Ayrıca kitapta Arap İhsan, Kubelik, Hınzıryedi, Büyük Efendi gibi yan karakterler vardır ki bu karakterler iki merkez karakteri desteklemek için oluşturulmuştur adeta.

Kitabı okurken olayları belirli bir zaman dilimine yerleştirmek zordur. Çünkü olaylarda sık sık geriye dönüş tekniği kullanılmıştır. Buna şuradan örnek verebiliriz. Kitap farklı bölümden oluşmuştur ve bu farklı bölümlerin girişinde bizi her zaman yeni bir karakter karşılar. Yılanın Renkleri adlı bölüme Kubelik’i anlatarak giriş yapar yazar. İlerleyen sayfalarda ise bugünkü zamana kadar gelir ve asıl karakterler olan Uzun İhsan ve Bünyamin ile karşılaşır. Aralarında belli olaylar geçtikten sonra bölüm biter ve bir başka bölümde yeni biri karşılar bizi ve onun da taa en başından yaşadıklarını anlatır. Dediğim gibi sık sık bu şekilde geriye dönüş tekniği uygulayarak yazar yazarımız. Bu tip geri dönüşlerin çok olması okuru sıkmaz ama. Aksine daha da heyecanlı kılar. Yeni bir insan yeni olayları doğurur çünkü. Yazar tek bir zamana odaklanmaz bu yüzden. Farklı zamanlarda farklı karakterler üzerinde yoğunlaşırken de diğer karakterleri geri planda tutup onları durdurmaz. Farklı zamanlarda yaşanan olaylar birleştirilerek bağlantı kurulur.

Romanın dili ilk sayfaları okuduğunuzda ağır gelebilir ve kitabı bırakmanıza neden olabilir. Ancak ilerleyen sayfalarda bu dil hafifler. Sık sık da mizahi ögeler barındırır içerinde. Bu yüzden okurken sıkılmaz ve kitabın sayfalarının nasıl bittiğini anlamazsınız. Farklı karakter üzerinden işlenen bu mizahi ögelerle kitabı sanki karşınızda birisi varmış da o size kitabı okuyormuş gibi hissedersiniz.

Kitapta çeşitli meslek gruplarından bahsediliyor. Ancak bu meslekler saray erbabından değil de daha çok farklı yolları deneyerek bir yerlere gelinmiş meslekler. Dilencilik de bunlardan birisi. Özellikle de öne çıkan da zaten bu. Kitapta dilencilikle ilgili o kadar ayrıntılı şeyler anlatılıp o kadar güzel betimleniyor ki adeta o devirde bir dilenci olmak daha cazip geliyor insana. Farklı şeyler öğreniyorsunuz. Mesela herhangi bir engeli olan biri engelli biriyle evlendiriliyor dilenciler arasında. Böylece doğacak çocuklar da engelli olacak ve daha fazla gelir getirmeye yardımcı olacaktır. Dilencilerin yaşadığı kendilerine ait bir alan dahi vardır. Halktan ise çok fazla bahsedilmez kitapta. Balıkçılardan, kumarhane işletenlerde gizli örgütte çalışanlara kadar birbirinden farklı meslekler karşımıza çıkar.

Gücün verdiği o iktidar ve diğer şeyleri önemsememe her dönemde olduğu gibi burada da. Ebrehe diğer ismiyle Büyük Efendi gücü elde ettikten kendinden önceki değerlere sahip çıkmaktansa onları kendi zevki için kullanmayı tercih ediyor. İlerleyen sayfalarda da görüyoruz ki onun bu kendini bilmez zevk peşinde koşmaları onun sonunu getiriyor.

Dönemin bir diğer özelliği ise tıbbın dini nedenler sebebiyle gelişememiş olması hatta insan hayatının sonunu getirmesi. O yıllarda insan vücuduna yönelik ayrıntılı kitaplar yoktur ve bir insanı kesip biçmek günah olarak nitelendirilir ve cezası da idamdır. Kubelik bir gün bileğinden kesilmiş bir el bulduğunda bunu kendi evine götürmek için türlü yollar üzerinden evine götürür. Hatta bir gün yakalanacağı zaman cesedi bir cenaze ortamında gibi göstererek canını kurtarır. Görüldüğü üzere tıp hala yeteri kadar gelişmemiştir ve gelişmesine izin verilmemiştir.

Farklı dinlere duyulan bir nefret de vardır. İnsanların davranışlarında bir kısıtlamalar oluşturulur daima. Din toplumun temelinde yer alır her zamanki gibi. Hınzıryedi domuz eti yedikten sonra bu etten vaz geçemez ve her fırsatta yer. Ancak büyük kayıplara neden olur domuz eti yemesi. İşinden olur, canıyla tehdit edilir sırf böyle bir eti yemeyi tercih ettiği için. Bana kalırsa kimse neden yememesi gerektiğini bilmeyerek sürü psikolojisi ile ilerliyorlar. Bu yüzden aralarından kimse karşı da çıkmıyor onun yaşadıklarına. Kendi iyilikleri için belki de.

Yazımı burada sonlandırmak istiyorum. Anacak daha yazılacak değinilecek o kadar fazla yer var ki. Okumanızı gerçekten tavsiye ederim. Ben sevdim. Okursanız ya da okuduysanız düşüncelerinizi burada belirtmenizi çok isterim. Sevgiyle kalın….

 

İşte size kitaptan birkaç alıntı:

·         Bu dünyada insanların kork­tuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzün­ tüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşe­li dostlara sığınıyorlardı.

·         Düşünüyorum, ama sadece ben var değilim. Düşündüğüm için asıl sizler varsınız; sizler ve için­ de yaşadığınız dünya.

·         "Sana izin veriyorum, git. Git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta, bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek. Dünyadan ve onun bin bir halinden korkma."

·         Her insan șu ya da bu şekilde dünyayı okumalıydı.

 

Share
Tweet
Pin
Share
3 Comments

 





Kitap Adı: De Ki İşte

Kitabın Yazarı: Oruç Aruoba

Yayınevi: Metis Yayınları

 

            Merhaba bugün türü biraz daha farklı olan bir kitaplayım. Kitabın ismi ‘’De Ki İşte’’. Oruç Aruoba’nın okuduğum ikinci. İlk defa internette bir şiirine rastlamıştım. O zamandan merak sardım Oruç Aruoba’ya. Okuduğum ikinci kitabı bu. Şunu söylemem gerekir ki gerçekten üzerine uzun zaman boyunca düşüneceğiniz ve ufkunuzu genişletecek felsefik düşünceler yer alıyor kitaplarında. Ve eklemem gerekirse herkesin okuyup da anlayabileceği bir kitap değil bana göre. Bazen bir cümleyi hatta tek bir kelimeyi dahi tekrar tekrar okumanız gerekiyor anlam kurabilmeniz. Anlatmak istediklerini de şiirsel bir düzen içerinde anlattığı için de bunun etkisi fazla yüksek ihtimalle. Şöyle düşünebiliriz hani mensur şiir vardır ya ona benziyor aslında. Ama daha modern ve düşünce ağırlıklı hali. Kitap genel olarak dört başlıkta incelenmiş. Bunlar:

·         Anlama-

rayış

·         Ölüm (De)

·         Yaşam (Ki)

·         Felsefe (İşte)

      Bölüm başlıkları ile kitabın ismi arasında bağlantı kurulmuş. Buradan anlıyoruz ki kitabın da odaklandığı üç kavram vardır: Ölüm, yaşam ve felsefe. Her bir kavrama özel bölüm ayrılmıştır ve kavramla ilgili düşünceler felsefe ile birleştirilerek okuyucuya aktarılmıştır. Hem yoğun bir bilgi akışı hem de uzun uzadıya düşünülecek fikirler vardır. Her fikir aktarılırken ünlü düşünce insanlarının düşünceleri ve sözleriyle temellendirilmiştir. Nietzsche, Sokrates, Kant gibi düşünürlerin yaşam, ölüm ve felsefe üzerine söylediği sözlerden yararlanılmıştır. Şimdi her bölümü tek tek ele alalım.

1.      Anlama-

rayış

      İlk bölümde yazar çeşitli olaylardan bahseder. Şiirsel bir şekilde yazdığı olaylar yer alır. Bu bölüm bir nevi diğer bölümlere bir hazırlıktır. Hazırlanma, dostları arama, yolculuğa çıkma gibi başlıklı yazılar vardır. Bir nevi yalnızlığın kendisine bunları yaptırdığına, düşündürdüğüne şahit oluruz burada.

2.      Ölüm (De)

     Bu bölümde ölümün yaşamdan daha belirgin olduğundan bahseder. Yaşam belirsizdir, oysa ölüm belirgindir ve kesindir. Yaşamda kimi zaman gecikmeler olurken ölüm tam zamanında gelir. Zamanı bellidir ve gecikme olmaz. İnsanı insan yapan şeyin yaşam değil de ölüm olduğunu söyler. İnsan ölümsüz olsaydı yaşamın bir anlamı olmazdı. Ölüm yaşamı anlamlı kılar. Bir nevi birbirinin tamamlayıcısıdır ölüm ve yaşam. 

      Ölüm olmasaydı,  

      yaşam anlamsız olurdu.

      Ölümün varolan 'birşey' olması,

      yaşamı da anlamlı kılar –

      onun da anlamını vareder.

     Ölüm yaşamı vareder ...

     Ölüm varsa, yaşam da vardır –

     ölüm varolmadıkça, yaşam da yoktur.

     Yaşam, varolma ve varetme gücünü

     ölümden alır.

     Ölüm yaşamın gücüdür –

     ya da, yaşamın güçlülüğü ...

 

3.      Yaşam (Ki)

     Yaşamın ölüm ya da doğum gibi bağımsız bir durum olmaktansa kendimizin yönlendirebileceği bir durum olmasından söz eder. Bağımsızlık bağımlılıktan geçer. Yani bağımsız bir yaşamın olması için ölüm ya da doğumdan birini yaşaman gerekmektedir. Yaşamın çatışmalarla, savaşmalarla geçeceğini söyler. Sonuç ne olursa olsun savaşmaktan kaçınmamak gerekir. Yaşamını savaşmadan kolay yoldan kaybeden insanlara söylenmesi gereken bir durum bence. Daha karşısına çıkan ilk zorlukta pes eden bir insan kendi yaşamını nasıl elde etmeyi başarabilir ki?

      ‘’Yaşamın, seni ulaşman gereken. düzeyin altında

      tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)

     savaşmakla geçecek. -Bu yüzden de, ulaşman

     gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak

     o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur:

    Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken

    düzeyin altında kalman ...

    Ama savaşacaksın, gene de : sonuç her iki durumda da

    aynı olmayacak mı zaten - sen, zaten, ulaşman

    gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? -Ama,

    savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin

    düzeye savaşarak gelmiş olacaksın - bu da boşuna

    olmayacak.’’

 

4.      Felsefe (İşte)

      Bu son bölümde ise felsefenin ne olduğundan ve nasıl felsefe yapıldığından bahseder. Felsefe ve şiiri karşılaştırır. Şiir önce yazılır, felsefe ise önce düşünülür daha sonra istenirse yazılır. Asıl felsefe kişinin hiçbir şahıs, akım ya da okul etkisinde kalmadan kendi kendisine yaptığı felsefedir. Felsefede önemli olan düşünceler değil, düşüncelerin dile getiriliş biçimidir.

     ‘’Felsefede önemli olan düşüncenin kendisi değildir –

     bütün düşünülebilir düşünceler, zaten,

     şu ya da bu biçimde, daha önce düşünülmüştür;

    önemli olan, düşüncenin dilegetiriliş biçimidir –

    'yeni' anlam ancak orada bulunabilir.’'

       Ben burada bu yazımda sadece kendi seçtiğim bazı düşünceler ve kitaptan alıntılardan bahsettim. Ancak daha bahsedilmeye değer o kadar fazla şey var ki kitabın içerinde mutlaka okumanız gerek bence. Özellikle de düşünce yapınızı ve zihninizi geliştirmek için. Böylece yeni yeni düşüncelere ufuk açmış olursunuz. Her öğrenilen bir bilgi de yenisi doğurur. Bir kar topu gibi büyür gider. Sen gelişirsin sen geliştikçe dünya gelişir.

 

 

Share
Tweet
Pin
Share
1 Comments







            Kitap Adı: Son Kuşlar

Kitabın Yazarı: Sait Faik Abasıyanık

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Sayfa Sayısı: 134

Yeniden merhabalar. Bugün bayramın ilk günü. Öncelikle sevdiklerinizle sağlıklı ve mutlu olacağınız günler dilerim ve bayramınızı kutlarım hepinizin. Maalesef ki bu yıl da sevdiklerimizden uzakta bayram geçiriyoruz. Tek temennimiz ise gelecek yıl birlikte olabilmek. Bu yüzden moral bozmaktansa bugünü güzel bir şekilde geçirmek hepimizin hakkı. Bu nedenle ben yine buralardayım. Haliyle fazlasıyla boş vaktim var. Bugünkü konuşacağımız kitap Sait Faik Abasıyanık’ın ‘’Son Kuşlar’’ isimli öykü kitabı. İçerisinde birbirinden farklı hayat dersi bulabileceğiniz ve sizi her defasında farklı yerlere götüren on dokuz adet öykü bulunuyor. Bu öyküleri okurken ise olaydan ziyade daima durumlar daha yoğun. Zaten Sait Faik de durum öyküsü denilince akla gelen ilk isim. Hikayeler çoğunlukla Adalar’da geçiyor. Özellikle de Burgaz Ada’da. Çocukluğu ve ileriki yıllarda buralarda yaşamasından dolayı etkilenmiş olsa gerek bu bölgeden. Kitaptaki anlatıcı kişi yazarın kendisidir. Bu yönüyle önceki yazdığı kitapların ayrılır. Geçen gün bir okurumuz kitaptaki hikayelerin içeriklerine de değinmemi istemişti. Bu yüzden her hikâyeden kısaca bahsetmeyi düşünüyorum.

    1.   Son Kuşlar

Doğa ve kuş cenneti olarak nitelendirilen Adalar’ın güzelliklerinin çıkarcı, duyarsız ve bencil insanlar tarafından nasıl tahrip edildiği anlatılıyor. Öykünün de isminden anlaşılacağı üzere adanın bozulan düzeni nedeniyle artık kuşların da gelmediğinden bahsediliyor. İnsanın çevreyi tahrip etmesi ve çevrenin düzeninin bozulmasından yakınılıyor.

‘’Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi.’’

2.     Bulamayan

Adaya kendi icadını anlatmak için giden bir adamın hikayesidir. Anlatacaklarını yalnız çocuklar dinler. Büyükler dikkate almaz bile. Arşimet Kanunu’nu bilmez. Bu yüzden kendisinin icadına yönelik ters düşüncelerin haksız olduğuna inanır.

‘’Ah, bu insan yüzleri! Her şeyimizi bağladığımız, durmadan yanıldığımız, istediğimiz kadar bol hasletler, adilikler, iyilikler, kötülükler, delilikler, akıllılıklar, sevdalar yüklediğimiz insan yüzleri! Yanılsak da zararı yok! Bu yüze olmazsa ötekisine yükleriz saydıklarımızı. Yanılmamız muayyen bir insan içindir, insanlar için değil. O halde yanılmıyor sayılırız.’’

3.     Yaşayacak

Balıkçılığın nasıl yapıldığı ve balıkçıların denizde ve yaşamlarında ne tür zorluklar yaşadıkları anlatılır. İnsanların yaşlansalar dahi güçlerinden bir şey kaybetmeden işlerini en iyi şekilde yapmaları.

‘’O birdenbire elli yaşını vücudundan sıyırıp atmıştı. Çalıştıkça yüzü değişti, pazıları şişti. Buz gibi kış gününde terliyordu. Gömleğini çoktan atmış, bir atlet fanilasıyla kalmıştı. Saçı dökülmüş elli yaşındaki insan kafası bu adalelinin kudreti, çalışma denilen şeyin sevgisiyle yaş denilen insan uydurması bir anlayışı, bir hamlede silivermişti.’’

4.     Kendi Kendime

Yazarın kendi kendisine Yassıada ve Sivriada manzarası hakkındaki konuşmaları yer almaktadır.

5.     Radyoaktiviteli, Röportajlı Hikâye

Türkiye’nin ünlü bir kaplıca bölgesine giden yazar buranın halkını ve bu bölgeye gelen ziyaretçiler için yapılanları eleştirel bir dille anlatır. Güzel villalar zenginler için boşaltılırken, fakirlere ve oranın yaşayan halkına kötü yerler bırakılmış ve halk dışlanmıştır.

6.     Bir Kaya Parçası Gibi

Barba Vasili adlı bir balıkçı ile Sait Faik Kınalı adlı bir adaya doğru açılırlar ve balık avlarlar. Sait Faik bu ada yakınındaki manzarayı görünce büyülenir ve manzarayı anlatır.

7.     Gün Ola Harman Ola

Mercan Usta adında kemik kakmalı sandığı ile Galata Köprüsü’nün altında ayakkabı boyacılığı yapan birinden bahsedilir. El işi zanaatı ile uğraşanlara verilmeyen değerden söz edilir.

‘’Ne Mercan Usta’ya ne kilimleri dokuyan ellere ne yazmaları boyayanlara ne kalıpları dökenlere ne çeşmi bülbülleri üfleyenlere saygı duyduk. Saygı duymadık da ne oldu? Dünyayı birbirine kattık işte… Sofralarımızı, kapılarımızı, gönlümüzü kapadık. Kapadık da ne ettik? Dünyayı birbirine kattık.’’

8.     Ağıt

Apostal Efendi denilen bir ıstakoz avlayan adamdan bahseder. Onun keçi derisinden yapılmış kötü kokan bir ıstakoz yakalamak için ağı vardır. Yazar onunla ıstakoz avlamaya çıkar.

‘’Ben bir şey diyeyim mi sana? Para kazanmak, kokulu pis iştir ama, kokudan kokuya fark vardır. Kimi koku benimkisi gibi aşikardır. Kimisi de gizli.’’

9.     Balıkçısını Bulan Olta

Yazar Haliç’te sisli bir günde kendisine bir olta alır ancak hiç balık tutamaz. Orada köprü altı gibi bir yerde yaşayan bir çocuk oltayı aldığı gibi düzinelerce balık tutar.

10.  Barba Antimos

Barba Antimos bir duvar ustasıdır. Yaptığı duvarlar kimseninkine benzemez. Onun yaptığı duvarlar adaya bir farklılık katar. Yaşlanmasına rağmen hala onun yaptığı duvarlar konuşulmaktadır.

‘’Seneler öylesine vefasızdır ki, yalnız dışarıda lodos, poyraz, karayel değişe değişe eser. Halbuki insan günleri hiç değişmemecesine sürüklenmektedir. Ama değişecektir.’’

11.  Haritada Bir Nokta

Anlatıcının küçükken en sevdiği şey haritalara bakıp adaları incelemektir. Oralara gitmeyi hayal eder. Büyüdüğünde ise Büyük Ada’ya gider ve izlenimlerini anlatır. Gerçek ada hayatına şahit olur.

12.  Sivriada Geceleri

13.  Sivriada Sabahı

Sait Faik bu iki öyküyü birbirinin devamı şeklinde yazmıştır. İlkinde Kalafat ve onun çırağı ile Sivriada ’ya gider. Bir martının gözleri önünde ölüşü onu çok etkiler. İkincisinde ise o adada sabahlarlar ve çırağın bir tavşan yakalaması onu etkiler.

‘’Hoş şeyi başkalarıyla beraber seyretmek daha hoş olur.’’

14.  Türk Ülkesi

Bu öyküde adada yaşayan Rumlar, gazinolar ve o gazinolarda söylenen şarkılardan bahseder.

‘’Aynı kitabın bile insanları birbirine düşman ettiğini bilmiyorlar mıydı?’’

15.  Yandan Çarklı

Bir vapura binen Sait Faik Yandan Çarklı dedikleri ile ilgili düşüncelerini paylaşır.

16.  Pay

Balıkçıların balık avından sonra adaletsiz pay bölünmesi yapmalarını anlatır. Adama göre pay yapılır. Güçlü ya da güçsüzsen.

17.  Korentli Bir Hikâye

Nahiye’ye ilk geldiğinde sessiz, sakin, fakir, işini düzgün yapan bir adamken; parayı gördükten ve köyü zengin inşaatçılara sattıktan sonra değişen Nahiye Müdürü’nü anlatır bu öyküde.

‘’Kendilerine ne kadar süs verirlerse versinler, vazifelerinde doğru insanlarsa, halk için, çocuk için korkulacak bir şey yoktur. Onların bu hali bellidir. Vazifelerinde belki bazen fazla bile dürüsttürler.’’

18.  Kırlangıç Yuvasındaki Kadın

Gerçeküstü yazım tekniğini kullandığı bir öyküsüdür. Adadaki bir kahvehanede bir kırlangıç yuvası vardır. Bu yuvada saçlarını tarayan bir kadın olduğunu düşünür. Kendi yazım tekniğinin dışına çıkar.

19.  Dondurmacının Çırağı

Yazar yaşadığı adada pek fazla insanla konuşmaz. Konuştuğu iki kişi vardır. Bunlar dondurmacının çıraklarıdırlar. Onlardan birinin adı İmrozlu Todori’dir. Ondan bahseder.

‘’Küçük büyük insandan gayri bütün canlılar gibi sen de mi bilmiyorsun ölümü? Oh ne iyi! Bilme bilme. Bir gün öğrenirsen bile sakın korkma! Bilene ne zaman olsa gelecektir. Bak ben onu bekliyorum. Bu gençlik nasıl sana güzel güzel geldiyse ölüm de sana öylece, güzelce gelecektir.’’


 

Share
Tweet
Pin
Share
1 Comments
Newer Posts
Older Posts

İzleyiciler

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Hakkımda

Merhaba! Bloğuma hoş geldiniz ben Gizem. Türkçe Öğretmeniyim. Bu blogda izlediğim animelerin, dizilerin, filmlerin ve okuduğum kitap ve dergilerin incelemelerini paylaşacağım. Şimdiden keyifli okumalar.

Kategoriler

  • Anime (2)
  • Blogger Kitap Kulübü (1)
  • Blogları Canlandırma Projesi (5)
  • Film İncelemesi (6)
  • Kitap İncelemesi (25)
  • Okuduklarım (7)
  • Çocuk Kitapları (7)
  • Öykü (3)

Blog Arşivi

  • Temmuz 2023 (1)
  • Ocak 2023 (2)
  • Aralık 2022 (1)
  • Ekim 2022 (1)
  • Eylül 2022 (1)
  • Ağustos 2022 (4)
  • Temmuz 2022 (1)
  • Eylül 2021 (1)
  • Ağustos 2021 (6)
  • Temmuz 2021 (7)
  • Haziran 2021 (5)
  • Mayıs 2021 (11)
  • Nisan 2021 (7)
  • Mart 2021 (6)

Created with by ThemeXpose